Sosyal Medya

Kürsü

Yola Düşen Notlar...

'Ne mutlu ki uyanıp güzellikleri görmeye başlayanlara!'



Sümeyye Tepetam - Düşünce Mektebi

 

Yavaş yavaş ölürler,seyahat etmeyenler.

Yavaş yavaş ölürler, okumayanlar, müzik dinlemeyenler.

Vicdanlarında hoşgörü barındırmayanlar

Pablo Neruda

 

Bu şehrin iki kıtası arasında yolculuk yapmanın türlü yoları mevcuttur...

Karadan ağır ağır ayrılışın hayatın tüm zorunluluklarından, sıkıntılarından, şehrin karmaşasından sizi uzaklaştırdığı hissiyatıyla arkanızı yaslanıp usulca oturduğunuz, denizden esen hafif yelin nice iç çekişlere verdiği sekînet eşliğinde, ak pak martıların derinlerde uyandırdığı özgürlük duygusuyla, yudumladığın çayın tadıyla, kısacık bir deniz yolculuğu son durakta seni bekleyen yeni durumlara âdeta bir motivasyon aracıdır. Belki de tüm gün bu duyguyla idare eder, günün son saatlerine doğru aynı duyguyu tazelemek için geri dönüş yolunu iple çekersin.

Gideceğin yerin aciliyetine göre varış vaktini hızlandırmak istersen eğer, neredeyse şehrin iki ucunu birleştiren, binlerce yolcunun yükünü çeken, aceleci insanların doluştuğu, metrodan bozma, otobüsten olma aracı tercih edersin. Onun sana kattığı duygular karmakarışıktır. İnsanlar sirkülasyon halindedir. Eğer gözlem yapmak istersen binlerce kişiyi görür ama belli bir kanaate varamazsın ve zihnin bulanıklaşır. Aslında bu araç tam da bugünümüzü anlatır niteliktedir. Hızlı yaşam, yüzlerce insan, birinden ötekine hızlı geçişler yaşamak durumuyla yüzleştiğin çeşitli duygular. Bir an oranın akışını bir köşeden, -kameranın hızlandırma tuşunda parmağın basılı kalmışçasına- ilerleyen hareketliliğe dalışın, birinin geçerken omzuna çarpmasıyla sona erer.

Belki de on sene önce tahayyüllerimizin çok çok üzerinde görünen, hayatımıza büyük kolaylık sağlayan boğazın serin ve derin sularının altında ilerleyen Marmara'nın raylıları. Hızlı ve daha temiz bir yolculuk. Ama burada da diğerinde olduğu gibi bir hız hâkim, samimiyet mevcut değil. Değil ama elbet büyük kolaylık.

Ve iki kıtayı birbirine bağlayan daha eskilerden beri gelen meşhur Topkapı-Kadıköy hattı...

Neden bu hat?

Çünkü eskiliğin vermiş olduğu bir alışkanlıkla vazgeçilemeyen, birçok hastane ve okul güzergâhında bulunmasının da etkisiyle yolcudan yoksun bir zamanının bulunmadığı uzunca bir hat. Edirnekapı'nın gözlerinden memleket hasreti okunan ve hastaneye deva umuduyla yola çıkmış hasta amcasının da, Eyüp'ün türbe ziyaretini gerçekleştirmiş teyzesinin de, Okmeydanı'nda olayların içine karışmaktan kendini alamayan hoyrat gencin de, Şişli'de modern hayatı temsil ettiği inancıyla burnu havada sosyetesinin de bir akbil tınısıyla biniverdiği bir hat. Sadece yolculuk esnasında meydana gelen, o hatta özgü farklı bir atmosfer içerisinde buluverirsiniz kendinizi. Bu atmosfer içerisinde şahit olunacak birçok durum vardır. Bazen insanların asabi zamanlarına denk gelirseniz hoş olmayan durumlarla karşılaşmanız mümkün. Ama genel olarak bakışlardaki güzellik etrafınızda olan biten güzelliklere de şahit olmanızı sağlar.

İşte günlerden bir gün kendimizi içerisinde buluyoruz bu hattın, biraz kalabalıkça. Köprüden geçerken Sarayburnunun tepesinde, Sultanahmet'in minarelerini aydınlatan güneşin, suya yansıttığı göz kamaştırıcı ışıltısıyla beraber köprünün sallantısı eşliğinde ilerleyiveriyoruz. Önde, sağ tarafta oturan bir ablanın kendi önünde sol tarafta oturan amcaya seslenmesiyle bütün yolcuların dikkatleri ışıltılı denizden koparak o tarafa kesiliyor:

"Amca yanağındaki yaraya merhem sür. Bak şu merhem çok iyi geliyor!" diyerek çantasında dediği merhemi bulmaya çalışıyor. Tüm yolcularla bu söz üzerine o ara bakışlarımızı amcanın yüzüne çeviriyor ve yarayı arıyoruz. Evet, yanağında açıkta kalmış biraz büyükçe bir yara. Yara görmeye dayanamayan bazılarımızın içi, yarayı görünce sızlayıveriyor ve tekrar ablayı takip ediyor bakışlarımız. Büyük bir sevinçle o merhem çantadan çıkıyor ve amcaya adı zikredilerek gösteriliyor. "Bak amca bu hemen iyileştirir yaranı, ben de kullandım bunu çok etkili" diyerek konuşmasına devam ederken amca mahcup bakışlarıyla teşekkür ediyor. Ve ne oluyorsa o dakikadan sonra oluveriyor. Abla aniden ayağa kalkıp amcanın yanında beliriyor. Merheminin kapağını açtığı gibi hiç tanımadığı bu kırk kat yabancı amcanın yarasına bir hemşire edasıyla merhemi çıplak elleriyle sürüyor, yüzünde hiçbir menfi ifade olmadan, gayet insani...

Şahit olduğumuz bu manzara karşısında bizlerde şaşkın, düşünceli bir yüz ifadesi, kendi içimize dönüp bakıyoruz. Zihnimiz karışıyor..

Normal olan bizim şaşkınlığımız mıydı yoksa o ablanın merhameti miydi?

Bizdeki hal, Giddens'ın uzun uzadıya güven duygusunun ancak mecburi olarak soğukkanlı bir şekilde kurulması gerekliliği olarak bahsettiği şey miydi yoksa bu iletişim[sizlik] Goffman'ın dediği "uygar ilgisizlik" miydi?

Sistem bizi nereye sürüklüyordu ki bu kadar çevresine ilgisiz kişilikler oluyorduk ve ilgili insanları şaşkınlıkla izliyorduk. Etrafına ilgisiz, sadece yapacağı işe odaklı, biraz da melankolik...

Halbuki bir tebessümün, biraz ilginin içerilerde nice mutluluklar uyandıracağını unutuyoruz.

Görmek! Belki de sorun burada, sadece göz ile bakıyoruz ama görmek başka. Görmek kalbin eylemi.

Görüp şahit olmaktan kaçınıyoruz. Ve nice güzellikleri de böyle böyle kaçırıyoruz.

Ne mutlu ki uyanıp güzellikleri görmeye başlayanlara!

Henüz yorum yapılmamış.

* İşaretli tüm alanları doldurunuz.