Bu durum, geçen hafta Ankara’da birkaç entelektüel arkadaÅŸla sohbetimize konu olan orta gelir tuzağı ve bu tuzaktan paçasını kurtarmakta güçlük çeken ülkelerdeki genel toplumsal yapı ile de iliÅŸkisi kurulabilecek bir soruna atıfta bulunur. Zira orta gelir tuzağı sadece ülke ekonomisindeki kiÅŸi başı gelir düzeyinin belli bir aÅŸamaya ulaÅŸtıktan sonra orada sıkışıp kalmasına deÄŸil, toplumsal dokuda kiÅŸilik/karakter aşınmasına ve kaypaklaÅŸmasına da yol açar. Bu konuda somut bir örnek vermek gerekirse, sözgelimi Marmaray’a giriÅŸteki turnikeleri kaldırıp yolcuların trene bindikten sonra denetimsiz olarak kartlarını okutmaları yönünde bir düzenleme yapalım ve bir süre sonra kaçak yolcu oranlarına hep birlikte bakalım… Bu arada, turnikesiz geçiÅŸ sisteminin uygulandığı Helsinki metrosunda biletsiz seyahat eden yolcu oranının yüzde 2 olduÄŸunu da hatırlatalım.
Her neyse, iÅŸbu fesâd-ı zamanda yüreÄŸinin kuytusuna çekilip adeta ıssız adam olarak yaÅŸamaya çalışmak, dürüst ve ahlaklı olmayı hayatın rüknü saymak herhalde alıklık ve budalalık olmalıdır. Bu anlamda budalalık Dostoyevski’nin Budala adlı romanını hatırlatır. Dostoyevski bu romanda, sara hastası bir genç adam (Prens MiÅŸkin) karakteri üzerinden çivisi çıkmış dünyada dürüst, erdemli bir insan olarak yaÅŸamanın zorluklarını anlatır ve bu arada toplumsal yapıdaki çürüklüğü tasvir etmeye çalışır. Ona göre kirli bir dünyada temiz kalmak ve ne pahasına olursa olsun iyiliÄŸi çoÄŸaltmaya çalışmak budalalıktır. Nitekim Prens MiÅŸkin çocuk saflığı içerisinde, insanların kötülüklerini anlayamayacak düzeyde bir budala gibi yaÅŸamaktadır.
Dostoyevski’nin saf, bön, budala MiÅŸkin karakteri, “Cennetliklerin çoÄŸu ebleh/budala kimselerdir” (ekserü ehli’l-cenneti el-bülh) mealindeki rivayeti hatırlatır. Bu rivayet Bezzâr, Beyhakî, Ebû Tâlib el-Mekkî, Gazâlî, Fahreddîn er-Râzî, Kurtubî gibi birçok muhaddis, müfessir ve mutasavvıf tarafından hadis olarak nakledilir. Buna mukabil Ä°bnü’l-Cevzî ve Ali el-Kârî gibi hadis tenkitçileri rivayetin asılsız olduÄŸu veya en azından sahihlik vasfı taşımadığı kanaatindedir. Rivayette geçen blh kökü birçok Arap dilcisi tarafından, “gönül saflığı” diye izah edilmiÅŸ, “bülh” kelimesine de “gönlü saf/temiz olan, kötülük bilmeyen ve insanlara karşı hüsnüzan besleyen kimse(ler)” anlamı verilmiÅŸtir. Bu evsaftaki insanlar dünyevî iÅŸlere karşı ilgisiz olduklarından iÅŸbilirlik ve kurnazlık nedir, pek bilmezler. Onlar daha ziyade uhrevî umura odaklanır, dolayısıyla el âlemle deÄŸil, kendileriyle meÅŸgul olurlar. Böylece cennetlik olmaya hak kazanırlar. Müfessir Kurtubî, “O gün ne mal-mülk fayda verir insana, ne oÄŸul-uÅŸak; Allah’ın huzuruna saf/temiz bir kalple gelen kurtulur ancak…” mealindeki Åžuarâ 28/88-89. ayetler münasebetiyle, “Cennetliklerin çoÄŸunluÄŸu ebleh/budala kimselerdir” rivayetinin sahih hadis olduÄŸunu vurgular ve hadisteki “bülh” kelimesini, “gönül saflığı içinde sırf iyilik peÅŸinde koÅŸan ve kötülükten gafil olan kimseler” diye açıklar.
***
Buna karşılık bazı mutasavvıflar kelimeyi bilindik anlamda “eblehler” (ahmaklar) diye tefsir eder. Mesela, Gazâlî Cevâhiru’l-Kur’ân adlı eserinde “Fatiha suresi cennetin anahtarıdır” dedikten sonra, dinî hakikatleri kavrayış baÄŸlamında iki tür cennetten bahseder. Konuyla ilgili ifadelerinden anlaşıldığı kadarıyla bu iki cennetten ilki eblehlerin, ikincisi âriflerin cennetidir. Maddi nimetler ve güzelliklerle bezeli cennet, Gazâlî’nin nazarında eblehlerin cennetidir. Çünkü eblehler zümresi nimet denilince yeme-içme ve cinsellik gibi ÅŸeylere dikkat kesilir. Oysa âriflerin gözü manevi nimetlerdedir. Bu yüzden onların cenneti “marifetullah”a karşılık gelir. Ârif, marifetullah cennetinin kapıları kendisine açılınca oraya yerleÅŸir ve eblehlerin cennetine dönüp bakmaya tenezzül etmez. Maddi nimetlerle bezeli cennete eriÅŸmek için çaba gösterenler gerçekte mide ve tenasül uzvu için çalışan kimselerdir ki söz konusu hadiste bu kimseler “bülh” (eblehler) diye nitelendirilmiÅŸtir.
Yunus Emre’nin “Cennet cennet dedikleri, birkaç köşkle birkaç huri…” ÅŸeklindeki dizelerini anımsatan bu ilginç yorumun tasavvufî gelenekteki meÅŸhur avâm-havâs ayırıma dayandığı söylenebilir. Özellikle müesses tasavvufta avâm-havâs ayrımına “seçkincilik” diyebileceÄŸimiz bir algı ve anlayış refakat eder. Fakat ne ilginçtir ki bu seçkincilik sulu gözlü bir mahviyet söylemiyle baÅŸlar, son kertede abartılı tevazu kalıbına sokulmuÅŸ kibirle biter. Ârif olmak ve marifetullah için çabalamak şüphesiz her müslüman için çok önemlidir. Fakat büyük bir tevazu ve mahviyetle baÅŸlayan kemal-i ahlak ve maneviyat serüveninin sonunda ucb ve kibre kapılmamak, yani Dimyat’a pirince giderken evdeki bulgurdan da olmamak çok daha önemlidir. Bu bakımdan, her iÅŸimizi mümkün mertebe saflık ve sadelikle ortaya koymaya çalışmak, fesâd-ı zaman söz konusu olduÄŸunda ise en azından akıl ve ruh saÄŸlığını korumak için sapsade bir budala gibi yaÅŸamaya odaklanmak gerekir.
Henüz yorum yapılmamış.