İslâm Ülkelerine, İslâm Dünyasına ilişkin sorulardan biri de, neden Katı Selefi/Tekfirci şiddeti merkeze alan akımlarla, karşıtı olan Militan Siyasal Şiiliğin toplumsal fay hatlarını diri tutacak şekilde, yaygınlık kazandığı sorusudur. Özellikle son birkaç on yıllık dönemde hızlı bir gelişme göstermesi endişeleri artırmaktadır.
İslâm Dünyasının ana akidesini, ana damarını temsil eden dini yapının/yapıların neredeyse ortadan kalkmış olması bundaki en büyük faktördür. Bu ana damarın en önemli temsilcisi olan Osmanlı devletin tedricen inkıraza maruz kalıp ortadan kalkması, eski vilâyetleri üzerinde irili ufaklı ulus-devletlerin oluşması ve ardından yaşanan trajik serüvenin bir neticesi mahiyetinde karşımıza çıkmıştır.
İslâm Dünyasında Marjinal ve tepkiselliğe, reaksiyona dayalı, akidevi-tekfirci mezhep/meşreplerin gittikçe yaygınlaşıp güçlenmesi, hatta bu yönde oluşan DAEŞ gibi şiddeti merkeze alan örgütlerin neşv ü nüma bulması söz konusudur. Çünkü, bir çok alanda büyük bir boşluk doğmuştur. Osmanlı devletinin ortadan kalkması akabinde Anadolu ve Trakya'daki bakiyesi üzerinde kurulan yeni Cumhuriyetin, 19. Yüzyıl Katı Pozitivizmini öngören totaliter ideolojiye dayalı radikal/jakoben reformları İslam Dünyasının /Akidesinin ana damarını temsil eden kurumların ve kuşaktan kuşağa aktarılan geleneğin yaşamasını imkansız hale getirerek ortadan kalkmasına, kuşaklar arası büyük bir inanç ve medeniyet kopukluğuna/inkıtâına neden olmuştur. Kısa zamanda Şehir Müslümanlığı/Şehirli dindarlık acımasızca tasfiye edilerek periferiye/varoşlara zorla itilerek oralarda da zayıflatıldı. Açıkçası sistem Jakoben Batılılaşma adına Müslümanlığı şehirlerden kovdu. Tüm yaşanan tecrübeye rağmen, Kürtlerde/Kürdistan'da var olan, varlığını inatla sürdürmeye çalışan Medrese merkezli dini yapı, bir taraftan Resmi ideolojinin ağır baskısı, diğer yandan PKK gibi toplumun dini/inancı ile taban tabana zıt Marxist/Stalinist örgütlenmeler marifetiyle büyük oranda çökertilerek, yeni kuşaklar maziden koparıldı. Oysaki son iki yüzyılda Batı'da zayıflatılan dini yapılerı büyük oranda besleyen bu bölgeden taşınan dini hayattı.
Türkiye dışında, Osmanlı'nın eski vilayetleri olup, bu anlamda Dini kurumları bir şekilde sürdüren Mısır, Suriye ve Irak'ta ise 50'li yıllardan itibaren Cemal Abdünnâsır'ın 1954'te Mısır'da idareyi ele almasından başlayarak, oluşan Sosyalizm soslu Seküler-Arap Milliyetçiliğine dayalı askeri diktatörlükler eliyle buralardaki Dini kurum ve yapılar da önemli oranda zayıflatılıp çökertildi.
Dolayısıyla, Marjinal/Tepkisel akidevi, hatta şiddeti merkeze alan/öngören tekfirci akımların önü ardına kadar açıldı. Bu marjinal akideye dayalı, 20. Yüzyıl Soğuk Savaş dönemi totaliter ideolojilerden de şiddet anlayışını ödünç alarak etkilene yapıların yaygınlaşması karşısında direnç gösterecek herhangi güçlü bir yapı İslâm dünyasında neredeyse bilinçli bir şekilde bırakılmadı.
Bu konuda, Hint Kıtası, Hint Müslümanlığı marjinal akideye dayalı akımlara karşı bir direnç oluşturabilecek güçlü bir potansiyele sahipken, Bir asrı aşkın süren sömürge idaresi, İngilizlerin sömürge idaresinin resmen sona erdiği 1947'den itibaren Pakistan, Hindistan vs. olarak parçalanması, Dolayısıyla, Müslümanların parçalanması, savaşların eksik olmaması, sonunda Pakistan'ın da 1972'de parçalanması; Hint Alt Kıtasındaki potansiyeli de büyük oranda dağıttı. İslâm Dünyasının önemli bir potansiyeli/dinamizmi olan Hint Müslümanlığı, özellikle Hanefi mezhebi bölgede ciddi olarak geriledi. Bir zamanlar bölgenin en güçlü dini dinamiği ve potansiyeli olan, Nakşibendiyye'nin Müceddidiye kolunun teşkil ettiği Deoband/Diyobend ekolü medreselerinin, özellikle Tâliban uzantısının Selefiliğe doğru kayması, kuruluş amacından iyice sapmasına yol açtı. Mağrip ve Uzak Doğu'da da benzeri akımlar revaç buldu. Kuzey Afrika'da/Mağrip'te Maliki mezhebi büyük oranda çökerek genç kuşaklarda yerini önemli oranda Katı Selefiliğe/Marjinal Akide'ye bıraktı.
Yemen'de ve hatta kısmen Uzak Doğu'da, Şafiilik yerini Tekfirci Selefiliğe/Marjinal Akideye bırakmaktadır.
Bu konuda Türkiye tekrar canlandırılıp, dinamize edilebilecek önemli bir potansiyeli barındırma imkanına sahipken 90 yılı aşkındır yaşanan tecrübe, Din'e yabancılaşma süreci, marjinal akideyi değil, itidale dayalı ana damarı temsil eden kurum/müesseselerin yeniden yeşermesine izin vermemiştir. Son 60-65 yılda bu yönde atılmak istenen tüm adımlar maalesef askeri vesayet duvarı ile sürekli önü kesilmiştir.
Balkanlara, Balkan ülkelerine göz attığımızda benzeri bir tablo ile karşılaşmaktayız. Osmanlı'nın inkırazı akabinde, özellikle, İkinci Dünya Savaşından itibaren işgaller ve J. B. Tito, Enver Hoca gibi Stalinizm'e hatta, Arnavutluk'ta Maoizm'e dayalı totaliter rejimlere maruz kalıp uzun süre bu rejimler altında yaşayan Balkan ülkelerinde Müslümanlara yönelik dini yapılar, sert uygulamalarla tasfiye edildi. Geçmişten gelen yapıların nesli kesildi. 1990 sonrasında buralardaki totaliter rejimlerin çözülmesi ve savaşlar yeniden yeşermenin önünü kapattı. Özellikle, 20. Yüzyılda Türkiye'ye olan yoğun göç Müslüman nüfusu zaten bir hayli azalttı. Bugün için Bosna-Hersek, Kosova, Makedonya ve Arnavutluk göz önüne alındığında bu ülkelerde de bir yandan Katı Selefiliğin, diğer yandan Şia etkisinin yaygınlık gösterdiği gözlemlenmektedir. Dahası, Camilerde Selefiliğin yoğun etkisi, Türkiye'nin aksine resmi-yasal olan Tekke-Zaviyelerde de Şiiliğin ağır etkisi göze çarpmaktadır. Türkiye, bir kısım uluslar arası ticari ve kültürel bazı faaliyetleri dışında bir etki alanı henüz oluşturabilmiş değil. Özellikle, Türkiye'nin bölgeye yönelik sadece Türk nüfusu merkeze alan dış politika alışkanlığından henüz tam kurtulamamış olması Türkiye'nin ana dili Türkçe olmayan Osmanlı'dan gelen Arnavut, Boşnak, Vlah, Pomak, Roman vs. Müslüman nüfusa açılımını halen önemli ölçüde baltalamakta, pranga olmaya devam etmektedir.
Tüm bunlara karşın, İslam Dünyasında, zamanında üç kıt'aya yayılmış bir imparatorluğun bakiyesi ve çekilebileceği son sınırlara sahip olarak Türkiye'nin kendisine yönelik, bazı çevrelerin abarttığı kadar olmasa da, büyük beklentiler vardır. Türkiye bu beklentileri ayakları yere basan, maceracılığa kaçmayacak bir tarzda gerçekçi bir siyaset/strateji ile vüs'ati ölçüsünde karşılamak durumundadır. Bu da, kısa vadeli anlık, değil gerçekçi, uzun vadeli/uzun soluklu strateji ve gayretlerle, 19., 20. Yüzyıl totaliter ideolojilerinin prangasından tümü ile kurtularak vuku bulabilir.
Henüz yorum yapılmamış.