Özel / Analiz Haber
İslam aleminin son yüzyılda yaşadığı en gizemli olay: 1979 Kabe Baskını
Follow @dusuncemektebi2
İran Devrimi'nden Sovyetler'in Afganistan'ı işgaline, Usame Bin Ladin'in ortaya çıkışından Sünni cihad ideolojisinin başlangıcına birçok olaya sahne olan 1979 yılı, bugünün 'Orta Doğu'suna giden süreçteki kırılmanın yaşandığı bir yıl. Aradan 34 yıl geçmiş olmasına rağmen, pek çok konuyu aydınlatacak olan gerçekler, her şeyin merkezindeki Kâbe Baskını'na dair bilgiler hala bir sır gibi saklanıyor.
DÜŞÜNCE MEKTEBİ - MEHMED MAZLUM ÇELİK
20 Kasım 1979 sabahı Kâbe İmamı Şeyh Muhammed el Subayyil Kâbe'de toplanmış 50.000'den fazla Müslümana sabah namazını kıldırmak üzere son hazırlıklarını yapıyordu. Bilmediği şey birkaç dakika sonra neler yaşanacağıydı. En az 400 kişilik silahlı bir grup 'Allah-ü Ekber' nidalarıyla imamı durdurdu, içeridekilerin büyük bir kısmını dışarı çıkardı, kapıları kilitledi ve iki görevliyi öldürdü. Yüksek noktalarda savunma, minarelerde sniper pozisyonları alındı. Kâbe işgal edilmişti.
Baskıncılar Kâbe'nin ses sistemini ele geçirdi ve liderlerine mikrofonu teslim etti. Liderleri Neced'de El Kasım bölgesinin önde gelen kabilesi Uteybe'ye mensup Cuheyman bin Muhammed bin Seyf el Oteybi idi. Oteybi'nin babası ve dedesi Kral Abdülaziz'e karşı ayaklanmış olan Suudi İhvanı'na mensuptu. Oteybi, monarşinin nasıl 'gerçek' Suudi devletine ihanet içerisinde olduğu hikâyeleriyle büyümüştü. 19 yaşında Ulusal Muhafız Ordusu'na katılmış, 18 yıl sonra ayrılmış ve Medine'ye taşınarak İslam Üniversitesi'ne girmiş ancak oradan da üniversite monarşiye çok bağlı olduğu için ayrılmış, Riyad'a yerleşmişti. Daha sonra kız kardeşiyle evlendiği Muhammed bin Abdullah el Kahtani ile de monarşi karşıtı bir gösteri sonrası hapishanede tanışmıştı. Çeşitli kaynaklara göre, Oteybi rüyasında Kahtani'nin Mehdi olduğunu görmüş ve her şey böyle başlamıştı.
'MEHDÄ°CÄ°LER'
Oteybi, Harem-i Şerif'te Mehdi'nin geldiğini söyleyip yanında bulunan Kahtani'nin Mehdi olduğunu ilan ederek ona biat edilmesini istediğinde Hicri Takvim'e göre 1400 yılı Muharrem ayının birinci günüydü. Ayrıca Kahtani'nin adı ve babasının adı Hz. Muhammed'in (s.a.v.) adı ve babasının adıyla aynıydı. İkisi Kıyamet alametlerinin gerçekleştiğini düşünerek bir diğer alameti gerçekleştirmek üzere yola çıkmıştı. Kendilerine katılan grup içerisinde Suudi Arabistanlı ve Mısırlıların yanı sıra Müslüman olmuş Amerikalı ve Kanadalılar da vardı. Basına 'Mehdiciler' olarak yansıyan baskıncıların amacı 'Batı'nın kuklası olmuş Suudi hanedanını devirmek'ti.
Baskın için iyi hazırlanılmıştı. Kabe'nin altında bulunan ve bin civarında odadan oluşan dehlizlere mühimmat ve gıda depolanmış, yer altı yolları tutulmuştu. Silahlar ayrıca tabutlar içerisinde, bazı görevlilere rüşvet verilerek de içeri sokulmuştu. O dönemde Kâbe'de tadilat yapılıyor olması büyük avantaj sağlamıştı. Tadilatı yapan şirket ise, sıkı durun, Usame Bin Ladin ailesine ait olan Bin Ladin İnşaat Şirketi idi.
Baskının hemen ardından güvenlik görevlileri Kâbe'yi geri almaya çalıştıysa da başaramadı. El Cezire yoktu, iPhone, Twitter yoktu. Suudi Arabistan yönetimi, durumu saklamak için telefon hatlarını kesince dünya yaşananları ancak bir gün sonra öğrenebilecekti. Akşama doğru Mekke şehri boşaltıldı. Her türlü şiddetin yasak olduğu Kâbe'deki işgali bastırmak için kan akıtılabileceğine dair fetva çıkarıldı ancak işgal durdurulamadı. Baskın ancak iki hafta sonra, Suudi yönetiminin isteğiyle yardıma gelen Pakistan askerlerinin ardından, GIGN (Fransız özel amaçlı birlikleri), CIA ve Vinell timlerinden destek alınarak durdurulabildi. Gayrimüslimlerin girmesi yasak olan Mekke'ye giriş için askerlere fetva verildi, Mekke'ye varmalarından önce kendilerine Kelime-i Şahadet okutuldu ve Kâbe'nin çevresi sarıldı. Bundan sonra olanlarsa, Kâbe'de yaşanmasının imkansız olduğu sahnelerdi. Şehir su şebekesinden borular vasıtasıyla Mescid-i Haram'ın altındaki labirente tonlarca su sıkıldı, ardından bu suya elektrik verildi. Geriye kalansa, Kâbe'de yüzen cesetleri toplamaktı. Dışarıda 127, içeride 117 kişinin öldüğü söylendi ancak daha fazla olması muhtemel. Canlı olarak ele geçirilen Oteybi ve 62 (bazı kaynaklara göre 170) kişi, ibret olsun diye 8 ayrı şehirde önce kolları, sonra bacakları, hala hayatta kalanlarınsa başları kesilerek infaz edildi.
BÄ°N LADÄ°NLER
Tabii o dönemde El Kaide yoktu. Usame bin Ladin belki bu olaylar yaşanırken henüz okulu bırakmamıştı. Baskının bastırılmasından 20 gün sonra Sovyetler Afganistan'ı işgal edecek ve Bin Ladin belki Mekke'ye gayrimüslimlerin girmesine olan öfkesinin de etkisiyle Abdullah Azzam'a katılmak için Afganistan'a gidecekti. Bu normal bir durumdu; nitekim Türkiye'de dahi, bugün 'otoriteye karşı çıkmamak gerektiğini' söyleyen isimler o günlerde 'Mehdiciler'in baskınından çok Mekke'ye gayrimüslimlerin sokulmuş olması yüzünden öfkeli vaazlar veriyordu.
Ancak Bin Ladin ailesinin şirketinin bu sürece olan dahli pek çok soru işareti bırakıyordu. Yazar Steve Coll 'Bin Ladinler' adlı kitabında Kâbe Baskını'nda Bin Ladin kardeşlerden birinin ya da ikisinin tutuklandığını anlatıyor. Haa'retz, Sunday Herald, New Yorker gibi kaynakların 11 Eylül 2001 saldırısı sonrası haberlerine göre de, Usame Bin Ladin'in üvey kardeşi Mahrous Bin Ladin, 60'larda rejim aleyhine çalışıyordu, 'Mehdiciler' onun yardımıyla ve aile şirketinin imkânlarıyla Mekke'ye silahları sokabilmişti. Mahrous, baskından sonra sağ yakalanmasına rağmen öldürülmedi ve bir süre sonra da serbest bırakıldı. Ama Usame ile baskın arasında bir bağlantı kurulamadı.
BASKININ ARKASINDA KÄ°M VAR?
Baskın sürecinde Sünni cihadçı grupların varlığı bilinmediği için, Washington'da gözler, 1979 başında İslam Devrimi gerçekleşmiş olan İran'a döndü. İlk ifadeler, baskının, İran devriminin genişleyerek tüm İslam Dünyası'na yayılmasının bir parçası olduğunu yönündeydi. Ayetullah Humeyni buna radyo kanalıyla cevap verdi ve baskının, Amerikalılar ile Yahudiler'in işi olduğunu söyledi. Bu, başta Pakistan olmak üzere, İslam ülkelerinde ABD büyükelçiliklerinin önünde kanlı protestolar düzenlemesine yol açtı.
İran belki haklıydı. Rus yazar Yaroslav Trofimov, 'Mekke Kuşatması' isimli kitabında baskına katılan iki Amerikalıdan birinin, 'Kâbe'nin altındaki zemzem kuyusunda bırakılan cam şişelerden molotof kokteyli yaptığından bahsediyor; en az bir Amerikalı isyancınınsa, ABD Büyükelçisi John C. West'in günlüklerine dayanarak, nasılsa serbest bırakıldığını ve ülkesine döndüğünü aktarıyor. Ancak İran da o gün için değilse bile birkaç yıl sonra ABD'yi haksız çıkarmıyor ve 1987'de Mekke'de Humeyni emriyle İran İstihbaratı tarafından, çoğunluğu hacı 402 kişinin ölümüyle sonuçlanan Şii ayaklanması yaşanıyor.
Velhasılıkelam, İran Devrimi'nden Sovyetler'in Afganistan'ı işgaline, Usame Bin Ladin'in ortaya çıkışından Sünni cihad ideolojisinin başlangıcına birçok olaya sahne olan 1979 yılı, bugünün 'Orta Doğu'suna giden süreçteki kırılmanın yaşandığı bir yıl. Aradan 34 yıl geçmiş olmasına rağmen, pek çok konuyu aydınlatacak olan gerçekler, her şeyin merkezindeki Kâbe Baskını'na dair bilgiler hala bir sır gibi saklanıyor.
Mısır Devlet Başkanı Enver Sedat da devrimciler için: "İranli şiiler" diyordu.
Aslında hükümet, nasıl kurtulacağını bilemediği bir çıkmaza girmişti. Hatta o sıralarda Tunus'ta toplantı halinde bulunan Arap Zirve konferansına katılan gazeteciler ve gözlemciler Fahd'ın yüzünde büyük bir huzursuzluğun varlığını sezdiler. Görüşmelere katılmaya son verdi. Suud heyetinin katılmaması nedeniyle önemli karar tasarılarında birisi gündemden kaldırıldı.
Eylemin baslangıcından iki gün sonra devrimcilerin uyruklarına ilişkin esrarengizlik kayboldu. Devrimcilerin dörtte üçü Arap yarımadasından idiler. Yarımadadaki asil Arap kabilelerinden... Uteybe, Yam, Matir Semr ve Arize gibi... Yabancı basında dahi konu açıklandı.
Kahire'de yayınlanan el-Ahram gazetesi: "Silahlılar, geçtiğimiz 35 yıl boyunca Suud ailesine karşı mücadele eden Uteybe kabilesi fertlerindendir." diye yazmıştı.
Suud basını, devrimcilerin uyruklarını karıştırdığı gibi sayılarını da saptırıyordu. Kabe imamı Şeyh Muhammed b. Sebil'in devrimcilerin adetlerinin 1000 kadar olduğunu vurgulamasına rağmen prens Nayif, 8 Ocak 1980 günü Riyad üniversitesi ögrencileri ile yaptığı görüşmede gerçekten gülünç bir açıklama yaptı:
"Sayıları bir elin parmak sayılarını geçmeyen bir gurup Kabe'ye girmeye karar verdiler!"
Bir baska ilginç olay ise, Tunus Zirvesindeki Suud heyeti üyelerinden bir tanesinin Lübnan'da yayınlanan el-Envar gazetesi muhabirine, devrimcilerin sayılarının 30 olduğunu bildiren açıklamayı yaptığı, aynı gün başka bir Suudlu yetkilinin Monte-Carlo Radyosuna 200-300 silahlı diye bilgi vermesiydi.
SUUD TAHTININ KORUNMASI İÇİN SEFERBERLİK
Kabe ayaklanması Suud yönetimi için çok şiddetli idi. Nitekim varlığını sarsmıştı. Yetkililerin kalblerine korku yaymış, şimşekler çakmıstı. Kurtulamayacakları bir çıkmaza girmişti. Bütün davranışları ve hareketlerinde endişe, şaşkınlık ve tereddüt kendini gösteriyordu. Nasıl hareket edeceklerini bilemiyorlardi. Ne söyleyeceklerdi? Suud yönetimi enformasyon bakanı Muhammed Abdu Yamani, bir gazetecinin, Suudluların çeliskili beyanatlarının nedenine ilişkin bir sorusuna şöyle cevap veriyordu:
"Ne yapayım? Savunma ve içisleri bakanları ile temas kurdum. Kabe'nin işgal haberini yayınlayalım mı, yayınlamayalım mı diye sordum. Sağlam bir haber alamadım."
Bu arada Milli Muhafiz Birlikleri baskanı Prens Abdullah acil bir şekilde ülkeye dönmüştü. Kendisini endişeye ve kedere kaptıran Prens Fahd ise ülkeye dönmekte yavaş davranıyordu.
Olayın tamamiyle gün ışığına çıkmasının ardından, yönetim, yıkılmaya yüz tutan Suud tahtının korunması için seferberlik ilan ederek ülke tarihinde ilk defa bazı önlemleler alıyordu. Bu önlemlerin en barizleri şunlardı:
1. Olay günü, hükümet, polis ve askerleri dolaylı olarak silahlardan arındırdı. Silahların mermilerden arInmasInI ve depolarIn kapatIlmasInI istedi. Bu olayi Cidde'deki polis müdürlerinden birisi şöyle yorumluyordu:
" O günlerde, ellerinde bıçaklı bir gurup eşkiya üzerimize saldırsa geri döner kaçardık."
Ayrıca, Milli Muhafiz birlikleri ve orduda geniş çaplı arındırma kararları alındı. Özellikle istihbaratta olmak üzere her rütbeden çok sayıda subay kararların kapsamına girdi.
2. Bakanlıklar ve Cidde'deki Amerika Birleşik Devletleri büyük elçiliği korumaları yoğunlaştırıldı. Bakanlıkların kapılarını, bir askerin yerine üç askerin koruduğu ve zırhlı bir aracın Amerika Büyük Elçiliği binası yakınlarında beklediği gözden kaçmıyordu.
3. Arap yarımadasının her tarafinda sıkı önlemler alındı. Bu önlemler şunlardı:
a) Yönetim aleyhinde afişlerin dağıtılması korkusuyla postaya denetleme konuldu.
b) Bütün yollarda, çelik elbise giyili Milli Muhafiz Birliklerince kimlik kontrolleri için güvenlik noktaları kuruldu. Hatta aralarında sadece 70 km. olan Mekke-Cidde yolu dahi kesilmişti.
c) Mekke, Medine ve Taif'te sokağa çıkma yasağı yürürlükte iken bakan Muhammed Abdu Yamani, sokağa çıkma yasağı haberini yalanladı. Ancak haber dışarıya kadar taşmıştı. Kahire'de yayınlanan el-Ehram gazetesi şöyle diyordu:
"Suud makamları Medine-i Münevvere, Taif ve Mekke'de sokağa çıkma yasağı ilan etti."
d) Silah kaçakçılığını önlemek icin Arap yarımadası, kara ve deniz kıyılarında güvenlik artırıldı.
4. Suud makamları, iki hafta içerisinde, özellikle İranlılar ve Pakistanlılar olmak üzere çok sayıda yabancıyı sınırdışı etti. Yabancıların yurtdışına taşınması için resmi makamlar, aralarında 10 adet Jumbo Jet, 747 tipi uçağın da bulunduğu toplam 26 uçak kullandılar.
Özellikle Araplar olmak üzere tüm yabancıları dışarıya göndermek için yeni pasaport şubeleri açtılar.
5. Medine'deki İslam Üniversitesi ve Mekke'deki Şeriat Fakültesi öğrencilerinin devrimci mücahidlere katılmaları veya suud cehenneminden kurtulmaları için onlara yardımcı olmaları nedeniyle İslami üniversiteler ve ilmi enstitülerin kapatılması için hükümet karar yayınladı.
6. Basın mensuplarının inkilapçılarla temas kurmasını yasaklayan hükümet, etraftaki Amerikan askeri araçlarını görmemeleri ve gizli kapaklı haberleri yaymak amacıyla, basın mensuplarını Mescid-i Haram'a dahi yaklaştırmadılar.
İşte bu durum, Economist dergisi muhabirini şöyle demeye zorlamıştı:
"Suudi Arabistan hükümeti, basın mensuplarına görme izni verecek kadar cömert olamadı. Geçtiğimiz ay Mekke'de meydana gelen şiddet olaylarından sonra bu konuda daha titiz davranılmaya başlandı. Şu anda, Mescid-i Haram'a saldıranların çoğu açıkça gösterildi. Bu olay 10 yıl öncesinde Hava kuvvetlerinin devrim girişiminden bu yana Suudi Arabistan'da meydana gelen en tehlikeli olaydı.
7. Olayın olduğu günden itibaren iç ve dış telefon bağlantıları kesildi. Tunus'ta düzenlenen 10. Arap Zirve Konferansında bulunan Prens Fahd, Cidde ile telefon görüşmesi yapmak ister. Ancak bu, mümkün olmayınca, heyet acilen dönmeye karar verdi.
Haberin doğruluğu etrafinda yetkililer çeliskili sözler ediyorlardı. Haberin yalan olduğuna ilişkin olarak telgraf bakanı şöyle diyordu:
"Dünya haber ajanslarının, Suudi Arabistan'la dış dünya arasındaki uluslararası telefon bağlantılarının kesildiğine ilişkin haberleri doğru değildir. Olay sadece geçtigimiz salı günü meydana gelen ve sadece dört saat devam eden normal teknik arızadır." Ancak Prens Abdullah, olanların dogru olduğunu itiraf ederek:
"O bir hatadır." diyecekti.
Savunma bakanı ise olanın bir hata olduğunu itiraf etmeyerek şöyle yorumluyordu:
"Telefonlara gelince, bir kaç saat durduruldu. Çünkü Kabe'deki silahlı eylemin ne olduğu hakkında bir şey bilmiyorduk. Durumu anladığımızda her şey normale döndü."
İçişleri bakanı Nayif b. Abdulaziz de başka bir şekilde yorumluyordu.:
"Telefonlar bir takım sakıncalar nedeniyle kesildi. Olayların gerçekten saptırılarak dışa aktarılacağından korkuyorduk. Olayın vuku bulusandan 24 saat sonra yayınlanan ilk bildiri ile kesintiyi kaldırdık."
8. Milli Muhafiz Birlikleri başkanı Prens Abdullah b. Abdulaziz, inkilapçıları ezmeye katılmak amacıyla Fas ziyaretini keserek yarımadaya döndü. Ülkeye dönüşünün ardından derhal Amerika büyük elçisi Jhon West'i kabul etti. İngiltere'deki İslam Konseyi'nin Kudüs etrafinda düzenlediği milletlerarası bir konferansa katılması için Londra'ya gitmesi kararlaştırılan Prens Fahd ise programını değiştirdi. Fahd, konseye Mekke olayları nedeniyle ülkesini terk edemeyeceğini bildirdi.
9. Ordu birlikleri, Milli Muhafiz Alayı, iç güvenlik kuvvetleri ve istihbarat teşkilatında tam seferberlik ilan edildi. Silahlı kuvvetlerdeki bütün izinler iptal edildi. Hatta sokağa çıkma yasağı nedeniyle birliklerine katılamayan askerleri, evlerinden askeri arabalar taşıdı. Öte yandan iç güvenliğin sorumluluğunu Milli Muhafiz Birlikleri üstlendi. Piyadeler ve zırhlı kuvvetler, kentlerin girişlerine ve bakanlıklara yığıldılar. Bu arada caddelerde ve mahalle aralarında devriye birlikleri göreve başladı.
10. Hava alanları 6 saat sureyle kapatıldı. Suudlu yetkililer bunu itiraf ettiler. Ancak her biri konu ile ilgili emirleri vermek sorumluluğunu yalanladı. Nitekim el-Hawadis dergisi yazı işleri müdürü Selim el-Luzi, Prens Abdullah, Prens Sultan ve Prens Nayif'la söyleşiler yaptı. Birincisi şöyle cevap veriyordu:
"Hava alanlarının kapatılması için bir karar yayınlanmadı. Hava trafiği, kararla değil de sakınca nedeniyle durdu. Kanıma göre, olay faillerinden birinin dışarıya kaçmasından korkuluyordu."
İçişleri bakanı ise şöyle diyordu:
"İçişleri bakanlığı böyle bir karar ve emir yayınlamadı."
Hava alanlarının tekrar açılmasından sonra giriş-çıkış yapanlar için sıkı kontroller yapılmaya başlandı. Hava alanındaki elektronik kontrol ve televizyon göstericisi cihazlarının sayılarının kat kat" çoğaldığı dikkat çekiyordu.
İşte sallanmakta olan tahtın korunması için seferberlik ilanının ilk anlarından itibaren Suud yönetiminin aldığı tedbirler bunlardı.
Ä°ÅŸgalcilerin Talepleri
Devrimcilerden bir tanesi mikrofonlar aracılığı ile isteklerini ilan ediyordu:
1. Batıdan ithal edilen kültür, taklid ve değerlere son verilerek islamiyetin adaletli kültür ve değerlerinin yerleştirilmesi, emperyalist batılı ülkelerle ilişkilerin kesilmesi.
2. Babadan oğula geçen kraliyet düzeninin yıkılarak İslam devletinin kurulması, hain Suud ailesinin yargılanması ve halktan çaldıklarının geri verilmesi.
3. Allah'ın indirdiği ile hükmetmeyen, ülkeyi emperyalistler ve yabancı firmalara otlak yapan Kral Halid ve ailesinin kafirliklerinin ilan edilmesi.
4. İslam'a ve müslümanlara karşı düşmanca tutumu nedeniyle ABD'ye petrol ihracatının durdurulması, ülkenin ihtiyaçlarına uygun olacak şekilde petrol üretiminin azaltılarak Milli Servetin heder edilmemesi...
5. Arap yarımadasını ellerine geçiren tüm yabancı askeri uzmanlar ve danışmanların yurt dışı edilmesi, yabancı askeri üstlerin kaldırılması...
Taleplerin ilanından sonra Hacerül-Esved ile İbrahim makamı arasındaki bölümde Mehdi Kahtani'ye biat etme merasimi düzenlenir. Kahtani'nin eli öpülüp sonuna kadar itaat edileceği bildirilir.
Sabah namazına gelen binlerce sivile çıkmakta serbest oldukları söylenir. Çoğunluğu çıkar. yaklaşık 30 kişinin eylemcilerle kaldığı tahmin edilmektedir.
Suudi Hükümetinin Şaşkınlık Dönemi
İşgalden 3 saat sonra Mescid-i Haram çevresine gelen Suudi askerleri içeri girme denemelerinde yoğun ateşle karşılık görünce geri çekilirler.
FÜZELER KABE'Yİ DÖVÜYOR
Tarih boyunca üç tağut Kabe'nin kutsallığını çiğnemeye girişti. Birincisi Kabe'yi yıkmak için ordusu ve fili ile saldıran Ebrehe el-Esrem idi. Ancak, "Allah (cc) üzerlerine Ebabil kuşlarını gönderdi. (Kuşlar) onlara (pişmiş) çamurdan (siccilden taşlar) atıyorlardı. Ve Rabbin onları yenik ekin yaprakları haline getirdi."
İkincisi ise, Kabe'yi mancınıklarla döven Emevili zalim fasık Yezid idi. Üçüncüsü ise, adamları Kabe'de toplanan Abdullah b. Zubeyr ayaklanması esnasında Kabe'nin bir kısmını yıkan, Halife Abdulmelik'in valisi Haccac b. Yusuf es-Sekafi'dir.
İşte yine tarih tekerrür ediyor. Mukaddes topraklar çiğneniyordu. Masum müminleri öldürmek ve Beytullah'ı çiğnemek için kafirlerden yardım isteyen çagdaş tağut Suud ailesi, müslümanları öldürüyordu. Aynen, inkilapçı şehid Cüheyman'ın içişleri bakanı Nayif' a dediği gibi: "Şimdi, Beytullah'ı yıkmak ve müslüman bir insanı öldürmek için kafirlerden yardım istediğiniz icçn sizleri kafir olarak gördum."
Yönetim, Kabe'nin kutsallığını çiğnemeden önce cani hareketine yasallık kazandırmak için basın organları aracılığı ile, içte ve dışta propagandalar yaparak, silahlıların elinde rehinelerin bulunduğu şayiasını yaydı. Yönetimin ilk bildirisi, Mescid-i Haram'da bulunan müslümanların canlarının korunması için önlemler alındığını kaydediyordu. Tunus'taki Suudlu bir yetkili şöyle diyordu: "Saldırganlar dün gece geç saatlere kadar 100 kadar rehineyi ellerinde bulunduruyorlardı."
İçişleri bakanı ise Kuveyt'te yayınlanan es-Siyase gazetesine verdiği demeçte: "Namaz kılmak için Kabe'de bulunanlar içişleri bakanlığının aldığı önlemlerle dışarı çıkarıldılar.Geride kalan 30 kişinin güvenlikleri için ise girişimler sürüyor."
Aslında kuşku kabul etmeyecek gerçek şudur ki, mücahidler hiç kimseyi rehine olarak tutmadılar. Ancak yönetim, onlara hakaret etmek istiyordu. Nitekim el-Havadis dergisi yazı işleri müdürü Selim el-Luzi, Prens Sul-tan a; "Silahlı eylemciler, rehineler tutuyorlar dediniz. Sonra rehinelerin yok olduğu kesinlik kazandı." diye sorunca Prens şöyle cevap verdi: "Rehineler demedik. Son dakikalara kadar bodrum katlarda gizli 26 hacı vardı. Bu nedenle masum müslümanlar dedik."
Ancak, olayı yaşayan masum müslümanların kendileri gerçegi söyleyince prens de bunu itiraf etmek zorunda kalmıştı.
Nitekim yönetimin, bir ara oldu diye haber verdiği Mescid-i Haram imamı Muhammed b. Sebil, hacılarla birlikte dışarı çıkarak hiç bir rehinenin bulunmadığını kaydetti.
Hükümet birlikleri, Mescid-i Haram işgalcileri üzerine düzenlediği son saldırısında ağır silahlar kullandı. Mescidin bir bölümünde büyük bir yangın çıktı. Görgü tanıkları da mescid duvarlarının büyük bir zarar gördüğünü söylemişlerdi. Saldırı esnasında Mescid-i Haram'ın depolarından dört tanesi tahrip oldu. Kapıları büyük çapta zarar gördü. Sonra Suud askerleri ortaya atılarak masum insanların üzerlerine ateş açmaya başladılar.
Nitekim, Prens Mutab Camisi imam hatibi şu sözleri ile olayı itiraf ediyordu:
- Elhamdulillah askerlerimiz, topları sayesinde, uzaktan Kabe'nin kapılarını açmayı başardılar. Açılan kapılardan giren tanklar bu canilerin üzerlerine ateş açtı."
Bütün bu olanlara rağmen inkilapçılar kahramanca savaşıyorlardı. Enformasyon bakanı Yemani bunu şöyle ifade ediyordu:
- "Bu isyancılar eşsiz ve son derece yoğun bir direniş gücüne sahipler. İyi nişan alıyorlar ve askerleri hedef ediniyorlar. Bunun için, isyancıları şaşırtmak gayesiyle bazı askerler, askeri üniformalarını çıkarmak zorunda kaldılar."
Suud ailesi ve Amerikan istihbaratının canları sıkılıncaya kadar, mücahidler imanla, sabırla ve kahramanca direndiler. Bunun üzerine, onlara, elektrik, su ve yemek yasaklandı.
Lübnan'ın es-Sefir gazetesi Suud kaynaklı haberinde şöyle diyordu: 'Hükümet, silahlıları aç bırakmak siyasetine yöneldi."
Daha sonra yabancı birlikler yeni bir yolla zehirli gazlar kullanmaya başladılar. Mescid-i Haram meydanlığına zehirli gaz sıktılar, bunun üzerine mücahidler, bodrumlara inmek zorunda kaldılar ve 270 den fazla olan odalarda toplandılar. Zehirli sular ve yanan lastiklerden çıkan zehirli dumanların mücahidlerin odalarına kadar sızmasına rağmen teslim olmayınca, oksijenli yakıcı, zehirli gazlara başvurdular. Yine bir başarı elde edemediler. Böylece sonunda yakıcı bombaları odalara firlatmaya başladılar. Bu bombalar sayesinde oluşan cehennemle 400'den fazla mücahid yandı. Geriye kalan devrimciler eşsiz bir mücadele ve benzeri görülmeyen bir direnişle rejimin kullandığı zehirli gazlara ve her türlü vahsiliğe karşılık vermeye devam ettiler. Çokları yere düşmüştü. Bunların aralarında eylemin lideri Şehid Cüheyman da bulunmaktaydı.
Kabe'deki savaş 22 gün devam etti. Hükümet birliklerinden 3000 kadar asker yaralı ve ölü olarak düşmüştü. Ürdün birliklerinden 50 kişi yaralı ve ölü olarak telef olmuştu, işte, yaralı ve ölülerin oluşturdugu korkunç tabloyu anlatamayan es-Seyh Hamid el-Akil, sorumluluğu inkilapçılara yükleyerek şöyle diyordu:
"Ben veya bir başkası canilerin eylemlerini ve sebep oldukları zararları ne kadar da anlatsak bile yine olayı canlandıramayız. Mekke'deki Temyiz Mahkemesi kadılarından bir tanesinin bana soylediği sözler bir şeyler açıklıyor olsa gerek. Kadı, yetkililerden izin belgesi taşıdığı için arabası ile Kabe'nin etrafinda gezindiğini, giriş-çıkış ve tavaf yerleri ile Mescid'in odalarında öbeklenmiş cesetlerden çıkan kokuların kendisini öldüreyazdığını söyledi. Kabe etrafindaki dağlardan caminin avlusunu görebilenler de bana, tavaf yerinin özellikle, Makam-ı İbrahim ve Hacer-i Esved çevrelerinin cesetlerle dolu olduğunu haber verdiler."
Bu haber olayın ikinci gününde idi. Olayın beşinci günü ise el-Ehram gazetesi, Cidde hava alanı yakınlarında ikamet edenlere dayanarak verdiği haberinde, Amerikan yapısı Herkoliz-130 tipi çok sayıda Suud nakliyat uçaklarının Cidde havaalanına iniş-kalkış yaptıklarını, uçakların, Mekke'deki hastanelerin dolmasından sonra Cidde hastanelerine yaralı nakliyatı yaptıklarının tahmin edildiğini yazıyordu. Ayrıca Cidde'deki Askeri Hastane'de tam kapasite ile yaralıları karşılamıştı.
İşte görüldüğü gibi, Suud ailesi iktidarının devam etmesi için, onlara göre Kabe-i Muazzama'nın tanklarla dövülmesinde, Safa-Merve arasında, Makam-ı İbrahim'de ve Hacer-i Esved yakınlarında devrimcilerin öldürülmesinde bir sakınca yoktur. Kendi arzuları uğrunda, silahlı kuvvetlerdeki aldatılmış vatandaşlarımızdan binlercesi, Hakkın özgürlüğünün ve mustazafların kurtuluşu için Cenab-ı Hakk'ın çağrısına kulak vermiş inkilapçılaramız, kurban gidiyordu.
Devrimcilerin tutuklanmasından sonra iğrenc işkenceler başlamıştı. Vücutlarında yaralar açılıyor, elleri, ayakları ve parmakları kesiliyordu. Yemek verilmiyordu. Suudi Arabistan, Kuveyt, bazı körfez ülkeleri ve diğer ülkelerin televizyon ekranlarında yayınlanan filmlerde bu cinayetlerin belirtileri görülmüştü. Özellikle, esir devrimcilere su vermek için ellerinde su dolu bardaklarla geldiklerinde bardağı uzatıyorlar, devrimcilerin dudakları bardağa değer değmez derhal geri çekiyorlardı. Seyircilerin de şahid oldukları gibi, işkence, eziyet, kan, susuzluk, açlık ve yanık izleri vücudlarında bariz bir şekilde görünüyordu. Hatta, muhafız birliklerinin, hayvanlara dahi reva görülmeyecek şekilde davranışları herkes tarafindan seyredilmişti.
İnsanlıkdışı bu işkencelere rağmen iman güçleri ve Allah'a olan güvençleri yüzlerinde bir korku ve endişe belirtisi olmadan kenetlenmiş bir şekilde şehadeti beklemelerini sağlamıştı, kötü sözler duydukça, tokatlar yedikçe ve saçları çekildikçe salavat getiriyorlar, dua ediyorlardı. Sanki, Bilal b. Re-baha, Ammar b. Yasir ve Habbab b. Eret ve diğer islam şehidlerinin direniş tarihi sayfalarına bir yenisini ekliyorlardı.
Yapılan gizli ve hızlı yargılamadan sonra 180 devrimci hiç bir ilan yapılmadan gizlice idam edildiler.
Bunu, birkaç gün sonra 63 kisilik bir şehid kafilesi izledi. Resmi makamların emirleri ve Kral Halid'in içişlerine verdiği emirlere dayanılarak 8 Ocak 1980 tarihinde, 8 vilayette idam edilmişlerdi.
İste böylece Şehidlerimizin, İslam şehidlerinin ruhları, Rabblerine, Suud ailesinin zulüm ve baskısını şikayet etmek icin göğe yükseldiler. Bundan sonra onlar, dünyadaki en son zulmün yok edilmesi ve yere düşmüş bir tane dahi mustaz'afin kalmaması için özgürluük yolunda peygamberin başlattığı ve tarih boyunca devrimcilerin tasşıdığı Direniş Meşalesinin ayakta kalmasının bir sembolü olarak tanınacaklar...
Ayaklanma, iktidarın heybetini devirerek müslüman kitleyi, cahiliyet düzenine karşı meydan okuma ruhunu dışa vurmaya, direnmeye ve birlik olmaya itekledi. Nitekim doğu bölgesinde binlerce devrimci, rejimin silahlı askerlerine çıplak göğüsleriyle karşı koyarak şiddetlice ayaklandılar.
Devrimciler ağızlarında: "Allahu Ekber... Allahu Ekber... Allahu Ekber... Suud Ailesine Ölüm... Suud Ailesine Ölüm..." sözleri dolaşıyordu.
Henüz yorum yapılmamış.