Sosyal Medya

Güncel

Devletin Aşkınlığı - Devletin Sahipliği Bağlamında Modern Türkiye Siyasasında Darbelerin Muhafazakar Kökenleri / ANALİZ

'Türk muhafazakârlığını salt sağcı bir zihniyet ile açıklamak güçtür. Türk siyasal yaşamında sağ ve sol kavramları daima bulanık bir mecrada akmıştır. Muhafazakârlık ve muhafazakârlığa eşlik etmek durumunda bulunan dinsellik ve milliyetçilik olguları, sol ve liberal akımlarda da kendisine pekâlâ yer bulabilmektedir.'



ARİF ARCAN / Düşünce Mektebi

 

GiriÅŸ:

 

FETÖ/PDY’nın örgütlediÄŸi hain askeri darbe kalkışması olayı, Türkiye’de darbeler yolu ile devlet aygıtının ele geçirilerek iktidarların hukuk dışı el deÄŸiÅŸtirmesi olgusunu yeniden gündeme getirmiÅŸtir. 15 Temmuz 2016 Askeri Darbe kalkışmasını diÄŸer askeri darbelerden ayıran en önemli fark; önceki darbe, muhtıra ve balans ayarlarının, devlet aygıtı içinde en üst zinde güç olan silahlı kuvvetlerin, ‘devleti koruma ve kollama görevi’nin kendinden menkul meÅŸruluk algısı merkezinde, kurumasal emir komuta zinciri içinde gerçekleÅŸtrilmiÅŸ olmasına karşın, 15 Temmuz 2016 hain Askeri Darbe kalkışmasının, ‘Sivil Toplum Görünüşlü’ bir yapılanmanın askeri uzantıları marifetiyle gerçekleÅŸtirilmiÅŸ olmasıdır.

 

‘Sivil Toplum Görünüşlü Yapılanma’dan kastım, genel anlamda sivil toplum kavramının Türkiye’de taşıdığı anlam yükünün sorunlu olduÄŸuna iÅŸaret etmektir.  Türkiye siyasetinde sivil toplum iktidara odaklıdır ve en üst iktidara odaklılık, ‘devletin sahipliliÄŸi’nin, devlet aygıtını oluÅŸturan kurumların ele geçirilmesi ile saÄŸlanması giriÅŸimleridir. FETÖ/PDY sivil toplum kuruluÅŸları kisvesi altında tam da bunu yapmaya çalışmıştır. Ä°ster sivil toplum görünüşlü örgütlenmeler marifetiyle ÅŸekillenmiÅŸ olsun, isterse de devletin kendi kurumlarının  Ã¶rgütsel ‘defacto’ görev algıları merkezinde ÅŸekillenmiÅŸ bulunsun devlet, neye mal olursa olsun ele geçirilmesi ya da elde tutulması gerekli en üst kurum olarak görülmektedir. Türkiye’deki darbeler zincirinin kökenini, devlet kavramına tarihsel süreç içerisinde yüklenilmiÅŸ bulunan aÅŸkın ve ayrıcalıklı yer oluÅŸturmaktadır. Zira devlet, iktidar olma biçimlerine bakılmaksızın siyasal aktörlere en geniÅŸ anlamda üst siyasal  meÅŸruluk kaynağı iÅŸlevini saÄŸlamaktadır. Artık bir özdeyiÅŸ haline gelmiÅŸ olan; ‘Darbe baÅŸarılı olursa devlet baÅŸkanı, darbe baÅŸarısız olursa vatan hain olursun’ cümlesi tam da bu durumu anlatmaktadır.

 

Türk siyasal kültürünün baskın karakteristiÄŸi olan Ä°ktidara odaklılık; genel olarak kurumsal ve tüzel bir kiÅŸiliÄŸi olan siyasal bir aygıta karşılık gelmemektedir. KiÅŸiselliÄŸin ve bu kiÅŸisellik etrafında kümelenen iktidar talebinin ana belirleyici faktör olduÄŸu ikbal arayışı ve iktidarı durumunda beka endiÅŸeleri, egemenlik ve onun billurlaÅŸtığı devleti önceleyen bir yönelim halini almaktadır. Türk siyasal kültürünün derin izlerini taşıyan Türkiyeli bütün siyasal yönelimler, nihayetinde “iktidara odaklılık” olgusu ile devletten ayrık olmayı (devletten ayrık olmak devlete karşı olmak deÄŸildir) baÅŸaramamışlardır.  

 

Egemenlik, devletin en temel ayırt edici özelliÄŸi. Egemenlik ve egemenlikten doÄŸan yasal ÅŸiddet kullanımı ancak devlet ile kaimdir. Bilinen insanlık tarihinin baÅŸlangıcından beri yapılan yoÄŸun tartışmalar; devletin varlığı, oluÅŸum süreçleri, egemenliÄŸin kullanımı ve siyasal varlıkların meÅŸruluk kaynakları merkezinde ÅŸekillenmiÅŸtir. Bu tartışmalar, nihayetinde ‘yönetim hakkı’ ve ‘yönetilenlerin bu hakkı algılayış biçimleri’ noktasında düğümlenmiÅŸtir. Bu baÄŸlamda, egemenliÄŸi kullanan devlet aygıtının hem kendisine yönelik bakışı hem de vaziyet etmiÅŸ olduÄŸu toplumsallığın devlet fikrine, bu fikrin somutlaÅŸtığı devlet aygıtına ve onun eylemlerine bakışı, olgusal olarak siyasal kültür kavramsallaÅŸtırması ile açıklanmaktadır.

 

EgemenliÄŸi kullanma tekelini savunan muhafazakâr bakış açısı, ekonomi politiÄŸin çatışmacı bir tarafı olarak kabul ettiÄŸi halkın daha geniÅŸ bir ifade ile yönetilenlerin yönetim süreç ve aygıtlarını belirlemede etkinliklerini kabul etmezler. Muhafazakârlar kendilerini otoritenin ve iktidar aygıtının kurucu unsurları olarak var saydıklarından yönetim tekelini kendi uhdesinde görürler. Devrimci olsalar dahi her bir kurucu unsur, nihayetinde muhafazakâr bir tutuma evrilmek durumundadır. Muhafazakâr söylemi yüksek Demokrat Parti ilk kurulduÄŸunda siyasal yelpaze içerisinde yerinin neresi olduÄŸunu soranlara Adnan Menderes’in cevabı ilginçtir: ‘Cumhuriyet Halk Partisinden iki parmak solda’. Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran iradenin partisi olan CHP, yeni bir hareket olan DP’sine göre muhafazakârdır.  CHP’nin muhafazakârlığı; toplumsal mirası temsil etme noktasında toplumsal bir devamlılık algısı olarak deÄŸil, kurucu unsur algısının getirmiÅŸ olduÄŸu yönetim hakkı tekelinin savunusu noktasında geliÅŸmiÅŸtir.

 

Hem eski hem de yeni Türkiye siyasal yaÅŸamı ‘sosyal kontratlara’ dayanan bir yöneten-yönetilen iliÅŸkisi ortaya koymuÅŸ deÄŸildir. Türkiye Siyasal Kültüründe devletin ayrıcalıklı yeri; ‘dirliÄŸi’ saÄŸlayan tebaanın, dirliÄŸini borçlu olduÄŸu ‘düzene’ yönelik duyduÄŸu şükranın bir ifadesi olarak göstermiÅŸ olduÄŸu sadakat ile düzeni saÄŸlayan iktidar aygıtının devlet aklını ‘aÅŸkınlaÅŸtırma’ eylemleri ile çakışmasıdır. Tebaanın sadakati paradoksal bir tutumu serimlemektedir. Tebaanın sadakati ile dirliÄŸi üreten tebaanın artık ürünlerine el koyan devlet ile yaÅŸadığı çeliÅŸik ve çatışık durum bu paradoks durumunu oluÅŸturmaktadır. Devlet ile millet arasındaki bu çeliÅŸki ve çatışmayı belirli bir dengeye oturtan olgu ise ‘adalet’ duygusudur. Adalet duygusu; tebaanın yapmak zorunda olduÄŸu iÅŸleri ile siyasetin yani yönetime ait olan iÅŸlerin biri birlerinden bağımsız ama ortak bir ‘var oluÅŸa’ matuf, karşılıklı yükümlülükler baÄŸlamında yerine getirilmesinin anlamlı dengesinin hissediliyor olmasıdır.

 

Siyasetin yani yönetsel aygıtın yükümlülüğü, düzenin saÄŸlıklı devamını saÄŸlayacak güç ve kudreti saÄŸlamaktır. Türk muhafazakâr geleneÄŸinin milli irade vurgusu tam da bu noktada kendisini açıklamaktadır. Milli irade ile kastedilen; yönetime ait iÅŸlerde milletin siyasal bir kiÅŸilik olarak siyasal süreçlere taraf olması niyeti deÄŸil, yönetsel siyaset aygıtına kendi mantığı içerisinde yönetsel iÅŸlerinde bağımsızlığını tescil edecek ‘pasif bir olurlama’ refleksini göstermesidir. Türk muhafazakârlığını salt saÄŸcı bir zihniyet ile açıklamak güçtür. Türk siyasal yaÅŸamında saÄŸ ve sol kavramları daima bulanık bir mecrada akmıştır. Muhafazakârlık ve muhafazakârlığa eÅŸlik etmek durumunda bulunan dinsellik ve milliyetçilik olguları, sol ve liberal akımlarda da kendisine pekâlâ yer bulabilmektedir.

 

Anavatan Partisi (ANAP) ile baÅŸlayan, Adalet ve Kalkınma Partisi (Ak Parti) ile güçlü bir ÅŸekilde devam eden neoliberal ekonomi anlayışının yaslanmış olduÄŸu ekonomi politiÄŸin doÄŸasında özellikle ideolojik toplumsal örgütlenmeler bir engel olarak görülmektedir. Neoliberal ekonomi politiÄŸin iÅŸlerlik kazanabilmesi için siyasal ve toplumsal örgütlenmelerin tasfiye edilmiÅŸ olması, beraberinde derin bir ‘temsil krizi’ni gün yüzüne çıkarmıştır. Özellikle parlamento dışında bırakılmış bulunan toplumsal muhalefet unsurları hızla muhafazakârlaÅŸarak neoliberal ekonomi politiÄŸinin temel çıktılarına karşılık savunmacı bir direnç noktası oluÅŸturmuÅŸlardır. Türk solu, evrensel sol zihniyetin bütün kabullerini reddederek militarist ve ilkel kolektivist otoriter bir devlet anlayışını ’ulusalcı’ bir tema dâhilinde içselleÅŸtirebilmiÅŸtir. Bu baÄŸlamda İşçi Partisinin ismini ‘Vatan Partisi’ olarak deÄŸiÅŸtirme ihtiyacını hissetmiÅŸ olması bu duruma verilecek çarpıcı bir örnektir.

 

Merkez solu temsil eden CHP bile bu içselleÅŸtirmeyi kabul etmek durumunda kalmış, yaygın toplumsallık ile çakışma ihtiyacını, klasik muhafazakâr söyleme sahip çıkma eylemleri ile aÅŸmaya çalışmıştır. Son cumhurbaÅŸkanlığı seçimlerinde bu durum bütün açıklığı ile yaÅŸanmış, Ak Parti karşısında baÅŸta CHP olmak üzere siyasal yelpazenin milliyetçi, muhafazakâr, aşırı saÄŸ ve sol unsurları, muhafazakâr bir adayı açık bir ittifak anlayışı içinde destekleyebilmiÅŸlerdir.  

 

Türkiye siyasal kültüründe devlet ve devlete ait olan bütün girdi ve çıktılar, zihinsel olarak toplumsalın üzerinde ayrık bir özne olarak sürekli egemendir. Bu egemen olma durumu, siyasal aktörlerin devleti ele geçirme yada devleti elde tutma eylemlerinin kökenini oluÅŸturmakta, darbeler geleneÄŸi ile de bu olgu ete ve kemiÄŸe bürünerek görünüyor olmaktadır.      

 

ASKERİ DARBELERİN MUHAFAZAKÂR KÖKENLERİNİN KAYNAKLARI

 

  1. Türk Siyasal Kültürünün Mahiyeti:

Türk siyasi tarihine bakıldığında devlet ve siyaset, Batı’da tarif edilen devlet ve siyaset anlayışlarından oldukça farklı bir mahiyet taşır. ‘Batı'da devlet ve toplum hayatı kontratlara dayanır. Osmanlı'da devlet ve toplum hayatında bu tip kontratlara dayanan bir tür kurumlaÅŸma pek söz konusu deÄŸildir.’1 Türkiye’nin hem klasik döneminde, hem ıslahat, modernleÅŸme safhalarında nihayet modern Türkiye Cumhuriyetindeki devlet tarifinde ve devlet anlayışında temayüz eden ana fikir; ‘var olma ve var kalma’ durumudur.

 

Türk siyasal kültüründe devletin var olma ve var kalma baÄŸlamındaki ayrıcalıklı yeri, Türk siyasal kültüründe devlete ait olan ÅŸeyleri, zihinsel olarak toplumsalın üzerinde bir özne olarak egemenliÄŸe taşımıştır. ‘Türkiye’de devletle toplum arasındaki iliÅŸkinin, bağın ve mesafenin nasıl olması ve nasıl anlaşılması gerektiÄŸi her zaman ikircikli bir zihinsel atmosferi ima etmiÅŸtir. Çünkü bu topraklarda devlet tarihsel olarak topluma kıyasla daha ‘üst’ bir kategori olarak kabul edilmiÅŸ, dolayısıyla da daha ‘üst’ bir gerçeklik olarak algılanmıştır. Öyle ki sanki toplum devlet sayesinde var olmakta, varlığını devlete borçlu bulunmaktadır. Buna karşılık devletin topluma bağımlılığı son derece zayıf gibidir. Nitekim devleti toplumdan bağımsız olarak tek başına durabilen, toplumdan bağımsız bir ‘tarihe’ sahip olabilen bir aktör olarak ele alan bakış hâlâ egemenliÄŸini sürdürmekte. GerçekliÄŸi tahrif etmesine, hatta açıkça olanaksız bir durumu iÅŸaret etmesine raÄŸmen, söz konusu anlayışın böylesine ‘doÄŸal’ kabul edilmesi; Anadolu insanının toplumu nesnelleÅŸtirirken devleti özneleÅŸtiren bir yönetim altında fazlaca uzun yaÅŸamasıyla iliÅŸkilendirilebilir…’2

 

Osmanlı Klasik dönemindeki siyaset; devlet aygıtının kısıtlı kadrolarına yönelik geniÅŸ bir aday grubunun rekabeti ÅŸeklinde tezahür ediyordu. Siyaset, merkezde bulunan oyuncuların merkezi yönetmeye yönelik ikbal arayışlarındaki bir tür eÅŸitlerin rekabetiydi. Bu oyuncuların kahır ekseriyetinin devÅŸirme oluÅŸu, kapıkulu mantığını taşıyor olması,3 saray fideliÄŸinde yetiÅŸmiÅŸ4 ve sosyal arka planlarının bulunmayışı nedeniyle siyasi rekabet ve çatışmalar ‘çevreden arındırılmış merkez içi’ yapısındaydı. Siyaseten ortaya konulan itiraz ve talepler sadakat olgusu doÄŸrultusunda zinhar padiÅŸaha yönelik deÄŸil, padiÅŸahı etkileme noktasında padiÅŸah haricindeki erke yönelikti. Bu yönelim, liyakat ve ehliyetin sorgulanması noktasında tezahür etmekteydi. PadiÅŸaha yönelik olmayan itiraz ve talepler, mülkü yönetmeye yönelik diÄŸer bir hanedan üyesinin iradesinin mevcut olması durumunda hanedana yönelik olmayan itiraz ve taleplere dönüşüyordu.

 

Bu incelikli merkez içi siyasi faaliyetler daima can yakıcı, can alıcı sonuçlara yol açmaktaydı. Siyasi tarihimizde bu rekabetin sonuçları doÄŸrultusunda siyasetin meÅŸruluÄŸu daima tartışma konusu olmuÅŸtur. Siyaset gömleÄŸi ile kefenin eÅŸ anlamlı tutulduÄŸu siyaset meydanında haddini bilme’ her ÅŸeyi yerli yerinde görmek isteyen bir anlayışın tezahürüdür. Nimeti ve külfeti dağıtma tekelini elinde bulunduran devlet aygıtına yönelik çevrenin itiraz ve talepleri, merkezi bürokrasinin ‘devlet (bürokrasi) dili’ marifetiyle baÅŸkalaşım geçirmekteydi. Bu baÅŸkalaşım; devlet aygıtının merkez ve taÅŸra teÅŸkilatlarındaki ekonomik örüntülerinin oluÅŸturduÄŸu ve dayandığı zeminin yapısına göre geliÅŸmekteydi. Merkeze yöneltilmiÅŸ çevrenin itiraz ve taleplerinin zemine göre çarpıtılarak, aşırı önemseme ile abartılarak, önemsenmeyerek, görmemezlikten gelinerek baÅŸkalaşım geçirmesi, çevre- merkez iliÅŸkisinde derin parçalanmalara ve çatışmalara yol açmıştır. Siyaset can ve mal güvenliÄŸinin tehlikede olduÄŸu bir alan olarak görülmüştür.

 

Özgün çevre-merkez ilişkisi karşılıklı yükümlülüklere dayanıyordu. Bu karşılıklı yükümlülükler çerçevesinde cereyan eden siyasetin basit mantığı, çevrenin siyasete müdahil olmasını gerektirmiyordu. Fetihlerle ele geçirilen topraklar, çeşitli sebeplerle yerinden kopmuş nüfusa veriliyor, buralar şenlendirilmek üzere iskâna açılıyordu. Toprağın kullanım hakkı kendisine devredilen ahali bunun karşılığında elde etmiş olduğu üründen ayni ve nakdi vergisini ödüyordu. Merkez (devlet, devlet aygıtı, otorite, mülkün sahibi, iktidar alanı, kamusal alan, karar vericiler, artık ürüne el koyan) oluşturulan bu dirliği düzene sokuyordu. Merkez yükümlülük olarak; dirlik ve düzenin devamını gözetiyor, adaleti ve can güvenliğini sağlıyordu. Çevre (üreten, artık değerine vergi olarak el konulan, alınan kararlardan direkt etkilenen, kitle, ahali, iş gücü topluluğu) yükümlülük olarak; kullanım hakkının devredildiği toprağı boş bırakmıyor, etkin bir tarım ve hayvancılığın devamını sağlıyor, vergisini ödüyor, oluşturulan dirlik ve düzene itaat ediyordu.

 

Özgün çevre-merkez ilişkisinde devletin kendince faaliyetleri bu ilişkinin devamı için bu ilişkiden bağımsızdı. Üreten kesimden asker almıyor, saraya, hizmet ve yönetim kademelerine dâhil etmiyordu. Bütün bir devlet aygıtının askeri (seyfiye) sayıldığı sistemde üretici olan çevreye askeriye, mülkiye ve ilmiye kapıları sıkı sıkıya kapatılmıştı. Devlet aygıtının (ekseriyetle) askeriye dâhil en alt kademelerinden en üst kademelerine kadar ihtiyacı olan iş ve beyin gücü, devşirme usulü ile tedarik edilen kapıkullarından sağlanıyordu.

 

Çevre-merkez iliÅŸkisi, siyasete çevreden arındırılmış merkez içi bir özellik veriyordu. Bu iliÅŸki ve bu iliÅŸkiden doÄŸan siyaset, çevrenin itiraz ve taleplerini de sınırlıyordu. Ä°tiraz;  mevcut iliÅŸkideki suiistimallerin adalet duygusunu zedelediÄŸinde bu adaletsizliÄŸe karşı ortaya konulan itiraz ÅŸeklinde tezahür ediyordu. Talep ise; adaletin yeniden tesisi yönündeydi.  Yönetsel alana ortaklık ÅŸeklindeki bir talep tabiatı gereÄŸi ‘tehdit’ olarak algılanıyordu. Bu tehdit algısı zamanla olması olaÄŸan itiraz ve taleplere de ÅŸamil kılınınca çevre-merkez iliÅŸkisi gittikçe tek yönlü bir iliÅŸki haline dönüşmüştür. Ana fikir; her ÅŸeyin olması gereken yerde, olması gereken ÅŸekilde bulunmasıydı. Osmanlı Devletinin çevre-merkez iliÅŸkisindeki devletin eylemlerindeki bağımsızlığı,  kadim “devlet aklının” bir tezahürüdür.

 

Merkez ile giriÅŸilen fiili iliÅŸkiler, bu iliÅŸkilerden doÄŸan çevre içi çeliÅŸki ve çatışmalar siyasi bir itiraz ve talebe dönüşemiyordu. Çevre hiçbir zaman siyasetin tarafı olmamıştır. Siyasi alanı oluÅŸturan Merkez, çevresini oluÅŸturduÄŸundan mülkün sahipliliÄŸi üzerinden deruhte ettiÄŸi bir kamusal alan sahipliliÄŸi vardır. Bu sahiplilik tüm devlet aygıtına sirayet etmiÅŸtir. Devlet aygıtı içinde rol alan unsurların içselleÅŸtirdiÄŸi ve ikbalini aradığı devleti ‘sahiplik’ üzerinden tanımladığından bu alanı korunması gereken ‘mahrem alan’ olarak görmesi normaldir. Merkezin siyaseti tekelinde bulundurmasının meÅŸruiyeti, mülkü elde tutabilme ve bu mülkün kullanım hakkını çevreye ekonomik faaliyetler yaparak artık deÄŸer üretmek üzere devredebilme becerisinden kaynaklanmaktadır.

 

Devlet otoritesi yanında ‘sivil bir alana’ iÅŸaret edebilecek yapılar, siyasete yön verecek, siyaseti oluÅŸturacak ve siyaseti yeniden üretecek bir kimliÄŸin oluÅŸumunu mümkün kılmıyordu. Çünkü siyasetin oluÅŸtuÄŸu devlet katı ile direkt veya dikey bir temas söz konusu deÄŸildi. ‘Osmanlı’da sivil toplumu teÅŸkil edecek unsurlar merkeze baÄŸlı kalmışlardır. Bu bağımlılık ekonomik, kültürel ve idari temellere dayanmıştır. Batı Avrupa’nın siyasal tarihinde devlet otoritesi karşısında nispi özerkliÄŸe sahip olan ve kendi deÄŸerleri üzerinde bir bütünsellik gösteren sivil toplum unsurlarını Osmanlı’da göremiyoruz. Varlıkları baÄŸlamında bu unsurlarla karşılaÅŸmak mümkündür; ancak merkeze idare karşısındaki durumları itibariyle kendi normları ve salt kendilerine özgü kurallar ve iliÅŸkiler geliÅŸtirmeleri mümkün olamamıştır. DeÄŸiÅŸik sivil toplum unsurları ÅŸu ya da bu ÅŸekilde resmi otoritenin birer sacayağını oluÅŸturmuÅŸlardır.’5

 

Hayatın olaÄŸan akışı, toprak üzerindeki geçimlik faaliyetler ile devlet-ahali iliÅŸkilerindeki karşılıklı yükümlülüklerin ‘dirlik ve düzen’ içinde bir birlerinden bağımsız yerine getirilmesi esasına dayanıyordu. Bu bağımsızlık durumu; yükümlülükler çerçevesinde bir bağımsızlık durumuydu ve çevreyi siyasetin dışında tutuyordu. Siyaset, gerçek kiÅŸilerin gücü ve otoritesi altında deruhte edilen bir eylemdi ve kimlik gibi tüzel kiÅŸilik kavramı bu olaÄŸan akışın içinde yoktu. Hem ÅŸehirlerde hem taÅŸrada hem de kırsalda kendi okumaları etrafında kümelenen siyaset dışı sivil alan, siyasetten bağımsız ama devlet merkezli siyasetin saÄŸladığı düzen içinde bir kültürün oluÅŸumunu saÄŸlamıştır. Daha çok meslek ve meÅŸrep birliÄŸine dayalı bu sivil yapılar içindeki göreceli yatay iliÅŸkiler ve ahlaki örüntüler, dikey iliÅŸkilerin serdedildiÄŸi siyaset alanına yönelik negatif bir tutumu besliyordu.

 

Hem Müslüman unsurların kendi içlerindeki yatay iliÅŸkileri hem de Gayrimüslim tebaanın millet sistemi içinde kendi aralarında yatay, merkez ile dikey iliÅŸkiler içinde bulunması,  parçalı bir kamusal alanın oluÅŸumuna neden olmuÅŸtur. Tarihsel olarak sivil toplumun kendisini ifade edeceÄŸi kamusal alanın parçalı olması; yukarıdan dayatılan hareketlenmelere karşı, ilk etapta gerekli olan tutarlı ve etkin bir sivil inisiyatifinin oluÅŸumunu engelleyen önemli faktörler arasındadır.

 

II. Mahmut, gerçek kiÅŸilikler üzerinden muhayyel bir siyasi varlık olarak görülen Osmanlı mülkünü, gerçek kiÅŸilerden ayrı bir kiÅŸilik olmak üzere tüzel bir kiÅŸiliÄŸe sahip ‘devlet’ olarak görülmesi yönünde reformlara giriÅŸti. II. Mahmut, devleti görünür ve iÅŸlevsel kılmak için Osmanlı bürokrasi aygıtını yeniden inÅŸa etti. Tebaanın bu tüzel kiÅŸi ile temasının sıklaÅŸmasının bir kimlik üreteceÄŸini ve üretilen bu kimliÄŸin bir dinamizm kazandıracağı umudu içindeydi. Tebaa, devlet iÅŸlerinin kendilerinden bağımsız iÅŸletilmesine alışıktı. Merkez ve taÅŸralarda tek tip olarak dizayn edilen devlet daireleri ile birlikte tebaa, devlet ile yüz yüze geldi. Özellikle taÅŸradaki ahali, devlet dairelerine resmi asılan padiÅŸahlarına alışmaya çalışıyordu.

 

II. Mahmut devlet iÅŸlerinden tebaanın haberdar olmasını istiyordu. Takvim-i Vekâyi  (ilk resmi gazete) gazetesi tebaa ile devleti buluÅŸturacaktı. Devletin tüzel bir kiÅŸilik olarak yeniden dizayn edilmesi ve bu dizayn edilme içinde oluÅŸturulan bürokratik aÄŸ fikri, devletin tebaası ile sık sık temasına dayanıyordu. Bu teması saÄŸlayan ‘memur’ yeni bir olgu olarak sivil hayatın alanına girmiÅŸtir. Merkezi siyaset saraydan çıkmış, memurları vasıtasıyla ülke topraklarına yayılmıştır. Bu yaygınlık merkez-çevre çatışmasına yeni bir boyut getirmiÅŸtir. Çünkü devletin, memuru aracılığıyla konuÅŸtuÄŸu dil, çevrenin dili ile aynı deÄŸildi. Merkezi siyaset bu yeni bürokratik yapı ile yaygınlaÅŸtıkça meÅŸruiyet kaygıları da bu yaygınlaÅŸmaya paralel olarak artmıştır.

 

Merkezi siyaset unsurlarının grup kimliÄŸinden doÄŸan dinamizmi, toplumsal deÄŸiÅŸimi saÄŸlayacak derinlikten, dolaysıyla toplumsal arka plan gücünden yoksundu. Merkezi siyasetin çevreden arındırılmış yapısı bu deÄŸiÅŸim ve dönüşüme çevrenin siyasi katkısını sınırlıyordu. Merkez çevreyi dönüştürmek istiyordu. Bu dönüştürmenin dili ‘merkezi hükümranlık’ zihniyetinin alışkanlıklarından kaynaklanan hükmedici bir dildi.

 

  1. Türk Siyasal Kültüründe İktidara Odaklılık:

Aristokrat bir sınıfı olmayan Osmanlı Devletinde, yeniçerilerden sadrazama kadar olan tüm askeri ve bürokratik hiyerarÅŸi kapıkuluydu.  Bir devlete derinliÄŸini veren yönetsel hiyerarÅŸik katmanlarının ‘hükmü ÅŸahsiliÄŸi’ padiÅŸah nezdinde tek elde toplanınca ‘mutlakiyetçiliÄŸin’ sınırları en alttan en üste kadar bütün yönetsel katmanları sarıp sarmalıyordu. PadiÅŸahı ile var olan, meÅŸruluÄŸunu padiÅŸahından alan ‘nihayetinde hukuksuz’ kapıkulunun özlük hakları, padiÅŸahın inayetine veya padiÅŸahın hışmına göre belirleniyordu. Bu durum padiÅŸaha yani devlete yakın olmayı sürekli gerekli kılıyordu. Kapıkulu velinimeti padiÅŸahı ile birlikte devleti (mülkü) sahiplenmek zorundaydı. Bu zorunluluk, kapıkulu mantığı içinde çevreden kopuk bir grup kimliÄŸi ve bu kimlikten hareketle bir grup dinamiÄŸinin oluÅŸmasına neden olmuÅŸtur. Bu gurup kimliÄŸi ve grup dinamizmi kendi içerisindeki çeliÅŸki ve çatışmaları ile birlikte siyaseti merkezileÅŸtirmiÅŸtir.

 

Osmanlı bürokrasisinin siyaseti merkez içinde bırakma çabalarını göz önünde bulundurarak yapılacak tahlilin varacağı nokta; Devletin (mülkün) sahipliliÄŸi olgusu olacaktır. Ä°ktidar odaklı siyaset ve bu siyasetin oluÅŸturduÄŸu çeliÅŸki ve çatışmalar devletin sahipliliÄŸi etrafında dönüp durmaktadır. Merkezin sürekli ÅŸekillendirmeye çalıştığı ‘kamusal alan’ bu sahiplilik olgusunun meÅŸrulaÅŸtırıldığı örüntüler ile doludur. ‘Devletin siyasal ve ekonomik konulardaki denetim iddiası, kültür üstünlüğü hakkıyla da destekleniyordu. Çevrenin ayrışıklığına oranla yönetici sınıf olaÄŸanüstü derli topluydu ve bu, her ÅŸeyden önce bir kültür olgusuydu. Burada biri olumlu öteki olumsuz iki öğeyi birbirinden ayırabiliriz. Bir yanda, tüm devlet mekanizması Sultanın yüceliÄŸi mitosunun etkisindeydi; öte yanda, sıradan ölümlülere, resmî kültürün simgelerine ulaÅŸmalarını engelleyen kısıtlamalar konmuÅŸtu. Göçebe ya da yerleÅŸik olan, kırda ya da kentte bulunan halkın çoÄŸu için bu kültür ayırımı, çevrede yaÅŸadığını gösteren en çarpıcı özellikti.’6

 

Türkiye Cumhuriyetini kuran kadroların tam bağımsızlık söylemi, toplumun geçmişini de içine alan çepeçevre kuşatılmışlık vurgusu ile oluşturulan düşman algısı bu sahipliliğin kamusal alanda meşrulaştırma faaliyetlerine verilebilecek önemli örnektir. Diğer önemli bir örnek ise yakın siyasi tarihimize damgasını vuran İttihat ve Terakki Cemiyeti Tecrübesidir. İttihat ve Terakki tecrübesi esasında siyasi zihnimizin bir haritası mesabesindedir. İttihat ve Terakki Cemiyeti taşrada kurulmuş bir siyasi organizasyondu. Amacı devletin sahipliliğini eline geçirmekti. Meşrulaştırıcı söylemi ise devleti kurtarmaktı. Devleti kurtarma faaliyetlerini padişahtan bağımsız, hukuk ve bu hukuk çerçevesinde oluşturulmuş dinamik müesseseler marifetiyle yerine getirecekti. Bütün bu söylemlerine rağmen iktidarı boyunca tüm hukuksuzlukları göstermekten geri durmadı.

 

İttihat ve Terakki Cemiyeti taşra kaynaklı bir örgüttü ve yönetsel kadroları alt ve orta bürokrasiden, sivil alandan müteşekkildi. Ama merkezi siyaset açısından bir tecrübeleri yoktu. Devletin sahipliliği zihniyeti yönünde psikolojik olarak bu durumu sürekli bir meşruluk sorununu olarak yaşadılar. İttihat ve Terakki Cemiyetini temsil eden üst yönetim, çok kısa bir zaman zarfında tüm devlet ve bürokrasi teamüllerini altüst ederek en üst bürokratik unvanlar ile kendilerini donattılar.

 

İttihat ve terakki Cemiyetinin sembol ismi Enver paşa genç ve tecrübesizliğini saraya damat olma ile gidermeye çalıştı. İttihat ve Terakki Cemiyeti siyasi tarihimizde çevrenin merkeze yürümesine gösterilecek en ilginç örneklerden birisidir. Fakat iktidar odaklı siyasi zihin, merkeze yürümüş olan bu çevre unsurlarının yeni bir merkez oluşturmasına neden olmuştur. İttihat ve Terakki Cemiyeti kudretine rağmen dâhil olduğu merkezin kadim devlet aygıtının gölgesini sürekli olarak üzerinde hissetmiştir.

 

İktidar odaklı siyasi zihin güncelde de tüm dinamikleri ile canlıdır ve sürekli siyasete yön vermektedir. Çevrenin siyasetindeki iktidar odaklılık, yüksek bir aidiyet duygusu ile oluşabilecek bir kitleselliği mümkün kılamamaktadır. Çevrenin ancak ana kırılmalar ile dışsal olarak elde etmiş olduğu kazanımları korumak ve kollamak haricinde bir siyasi duruşu oluşamamıştır. Kısaca iktidara odaklı siyasi zihin, çevreden koparttıklarını merkezileştirmektedir.

 

  1. Türk Siyasal Kültüründe ‘Nimet Dağıtan/Toplumsalı Ä°nÅŸa Eden Devlet’ Algısı ve Türkiye’nin Sermaye Birikimi Sorunu:

Osmanlı Devletinde Batılı anlamda bir burjuva sınıfı bulunmuyordu. DeÄŸeri üretenlerin faaliyetlerinin niteliÄŸi ve sınırı devlet katında belirlenmiÅŸti. ‘Osmanlı Devleti, toplum içindeki grupları tasnif eder, her birine kendi biçtiÄŸi bir "rol" tanır, bu grupların önderlerini topluluÄŸun hareketleri açısından kendine karşı sorumlu tutar; gruplan ve kiÅŸileri kendine göre çizdiÄŸi bir toplumsal "yapı" planına yerleÅŸtirir. Rejim, kaynakları denetleme politikasının bir parçası olarak, ülkenin zenginlik kaynaklarının ve uyruklarının niteliklerinin zaman zaman "envanter"ini çıkarır.’7

 

Ä°zzet ve ikbal kapılarının anahtarı devlet katında idi. Ä°zzet ve ikbali elde etmek için bir ÅŸeyler üretilmesi gerekmiyordu; ürün fazlasına el koyan devlet aygıtına dahil olmak yeterliydi. Fakat devlet katında elde edilen zenginlik yine devlet görevi ile mukayyitti. Bu durum sermaye ve servet birikimimi engelliyordu. ‘Osmanlı tüccarı ve zanaat erbabından hiç kimse bu imparatorluÄŸun tüketim normlarına, kültürüne ve yaÅŸam tarzına etki yapacak durumda deÄŸildi. 1500'lerde bir sancak beyinin yıllık geliri 12000 altın duka civarında iken, Bursa'nın en zengin tüccarının terekesinden 4000 altın çıkmıştı. Zenginlik ve parlak yaÅŸayış büyük imparatorlukta Batı Avrupa toplumlarındaki gibi ortaya çıkmıyordu.’8

 

Osmanlı Devleti, 19. Yüzyıl Avrupası ile ölümcül karşılaÅŸmasında sermaye birikiminden yoksun bir durumdadır. Avrupa’da burjuvazinin inÅŸa etmiÅŸ olduÄŸu “politik insan” figürü, kâr ve fayda eksenli bir ekonomizm yönelimi içindedir. Osmanlı tebaasının içinde bulunduÄŸu olumsuz koÅŸullar göz önüne alındığında bu durum eÅŸitsiz bir karşılaÅŸmadır. Osmanlı Devletinde tebaanın ilerleme ve yükselme hususunda görüş ve düşünceleri vardı elbette. Fakat merkezi siyaset unsurları ya da yüzü devlete dönük dolaysız olarak devlet aygıtının sahipliliÄŸini ele geçirme amacını güden iktidara odaklı muhalefet unsurları, tebaanın bu görüş ve düşüncelerini siyasal alana taşımamıştır.

 

DeÄŸiÅŸim ve dönüşümün ancak siyasal zeminde yapılabileceÄŸine inanmış olan Ä°ttihat ve Terakki’nin “milli burjuva” yaratma politikaları örneÄŸinde görüleceÄŸi üzere, devletten transfer edilen deÄŸerlerle Türk siyasal hayatında ana figür haline gelmiÅŸ olan “vurguncu” tipolojisinin oluÅŸmasına neden olmuÅŸtur. SavaÅŸ yıllarının bilinçli «zenginleÅŸtirme» politikalarından en çok nasibini alan grup, tabiatıyla, siyasî iktidarla yakın baÄŸlar kurmayı baÅŸarmış Müslüman ticaret burjuvazisi idi.’9

 

Türkiye’nin Cumhuriyet dönemi ile birlikte deneyimlediÄŸi ulus-devlet tipi siyasal örgütlenme, tabiatı gereÄŸi hâkim bir sınıfa dayanmak zorundadır. Bu sınıf, burjuva sınıfıdır. Bir burjuva sınıfına sahip olmayan Türkiye, bu sınıf açığını devlet katında üretme yolunu seçmiÅŸtir. ‘Devlet desteÄŸiyle yerli sermayedar «yetiÅŸtirme» giriÅŸimlerinin en etkili ve yaygın yöntemlerinin başında, devlet tekellerinin imtiyazlı özel ÅŸahıs ve ÅŸirketlerce iÅŸletilmesi gelir… pek çoÄŸunda üst düzeyde siyasî kadrolardan ve devlet katından önemli kiÅŸilerin de ortak ve hissedar olduÄŸu bu ÅŸirketler, devletin saÄŸladığı tekel durumundan yararlanarak yüksek kazançlar elde etmiÅŸlerdir…1923 sonrasında, siyasî kadrolarla sermaye çevrelerinin bir araya gelmesinde, 1924 yılında kurulan Ä°ÅŸ Bankası özel bir önem taşımıştır… Ä°ÅŸ Bankası dönem boyunca, yerli ve yabancı sermaye ile siyasî iktidar arasındaki bütünleÅŸme sürecinde fevkalâde aktif bir rol oynamış ve çeÅŸitli iktisat politikası kararlarını sermaye çevrelerinin istekleri doÄŸrultusunda yönlendirmede çok etkili bir baskı grubu oluÅŸturmuÅŸtur.’10

 

Türkiye Cumhuriyeti devlet kadroları bir taraftan hâkim sınıfını inÅŸa ederken diÄŸer taraftan ise Batı toplumsallığını model alarak tarihselliÄŸinden kopartarak izole etmiÅŸ olduÄŸu toplumsallığı yeniden yapılandırmaya çalışmıştır. ‘1930'lu yılların ortalarından itibaren devletçi elit, toplumu avuçları içinde boÄŸacak duruma getirmekle yetinmemiÅŸ, onu aynı zamanda devletle, daha doÄŸrusu devletin tek partisiyle bütünleÅŸtirerek özel ve öznel olanı kamusalın potasında eritmeye çalışmıştır. Gerçekte 1930'lu yılların özel alanı, aile mahremiyetinin dışında ancak yeraltında bulunabilmiÅŸtir. Devletçi elit, toplumsal, siyasal, kültürel, teknolojik, ekonomik, estetik ve sanatsal tüm etkinlikleri mutlak anlamda kendi denetimine almıştır. Ekonomik üretimi gerçekleÅŸtirmenin yanı sıra, kültürel, sanatsal ve dinsel alandaki faaliyetlerin de organizatörü ve belirleyicisi devlettir. Devletçi elit yeniden yaratacağı toplumun ana malzemesi olarak "tek tip insan" yetiÅŸtirmek için tüm kurumlan seferber etmiÅŸtir. Bu amaçla ideolojik eÄŸitim veren okulları, Halk Evleri'ni ve Köy Odalarını mahalle, köy veya kent demeden sosyal yaÅŸamın en ince ayrıntısına kadar yaygınlaÅŸtırmıştır.’11

 

Ä°hdas edilen hâkim sınıfın denetiminde oluÅŸturulan kamusallık ve kamusal alanlar, geleneksel sayılan yapılara kapatılmıştır. Kamusal alanlarda boy gösterebilmenin yolu yeni sınıfa dâhil olmaktan geçiyordu. ‘…geç Osmanlı ve erken Cumhuriyet dönemi siyasal yapılarının ayırt edici özelliÄŸi, siyasal sisteme giriÅŸi ve siyasal elitleri (yani kendisini) ödüllendirecek ekonomik kaynakları denetimi altında tutan bürokratik bir elitin iktidar üzerindeki merkezileÅŸmiÅŸ tekeliydi.’12

 

Devlet katında, devlet ile tümleÅŸik ve devletten transfer edilen sermaye ile oluÅŸturulan “burjuvazi”, ekonomik çıkar temelli iliÅŸkide bulunduÄŸu örüntüleri ile birlikte geniÅŸ yığınları ifade eden “millet” denilen ana kütleden uzak durmuÅŸtur. Bu uzak duruÅŸun siyasallığı; devletin sahipliliÄŸi üzerinden deruhte edilen tekelci bir zihniyetin yönetsel iddialarıdır. Bu yönetsel iddia içerisinde ana aktör olarak millet bulunmuyordu. Cumhuriyet kadrolarının radikal Batıcı yönelimleri, içkin ve öze ait bir yönelim deÄŸildi. Siyaseti tekelleÅŸtirmek için bu yönelimi bir tür meÅŸruiyet aracı gibi kullanıyorlardı. Bu meÅŸruiyet aracı ile millet denilen ve kamusal alanda boy gösterilmesine izin verilmeyen unsurlar üzerinde yönetsel iddianın “sorunsuz” ve “etkin” devamı saÄŸlanmıştır.

 

Osmanlı Devletinin uzun bir yüzyıl süren savrulmasının neden ve sonuçlarının açıklaması üzerine oturtulan bu meÅŸruiyet aracı, milletin neden kamusal alanlardan uzak tutulduÄŸunun da bir açıklaması mesabesindeydi. Bu açıklamaya göre; millet genel ahvali anlamaktan acizdi ve genel ahvali hakkıyla anlayan sadece devlet aklı idi. Artık sığınılan bu vatan parçasının bölünmemesi ve kaybedilmemesi gerekiyordu; bunun için de etkin tedbirleri alan “yeni devletti”. Her ÅŸeyiyle yeni bir devlet; tarihi, sosyolojisi, psikolojisi ve istikbale ait tasavvurları ile yeni bir devlet. Yeni devletin yeni bir milleti olmalıydı. Bu yeni milleti “yaratacak” kudret de yeni devletin elindeydi. Yeni bir millet meydana getirmek için eskiyi hafızasında diri olarak tutan eski millet, kamusal alanlardan uzak tutulmalıydı. Parçalı kamusallık yine devrededir. Kapalı devre çalışmak zorunda olan parçalı kamusallık, bireyi, içerisi ve dışarısı olarak ikiye böldü. Fakat dünya deÄŸiÅŸiyordu.  

 

II. Dünya savaşı sonrasında dış baskılar nedeniyle çok partili siyasal yaÅŸama geçen Türkiye Cumhuriyeti, Cumhuriyet Halk Partisi (CHP)’nin uzun iktidarından sonra CHP’sinden kopan siyasal kadroların kurmuÅŸ olduÄŸu Demokrat Parti (DP) iktidarını yaÅŸamıştır. Sermaye birikimi yine en büyük sorundur. CHP’nin tek parti iktidarı boyunca sermaye tabana yayılamamış, derinlik kazanamamıştır. DP’nin iktidarı ile birlikte ilk önceleri yüksek bir ivme kazanan ekonomik yaÅŸam, iç ve dış olumsuzluklar nedeniyle durgunlaÅŸmıştır. DP’nin tutarlı ekonomik politikalarına sahip olmayışı ekonomik sorunları derinleÅŸtirmiÅŸ, durgunluÄŸu aÅŸmak için kamu yatırımları arttırılmış, devlet kaynaklarından dolaylı ve dolaysız sermaye transferleri hızlanmıştır.

 

1960 Askeri Darbesi, DP’nin ana ekonomik politikalarının bulunmayışına bir tepki olarak “Planlı Kalkınma” modelini yürürlüğe koymuÅŸtur. 1960 Askeri Darbesinin devlet ve bürokrasinin siyasal ve ekonomik yaÅŸama “vesayetçi” yaklaşımını açıklayan planlı kalkınma modeli dolaysız olarak ekonomik faaliyetlerde devletçi ekonomik politikaları güçlendirmiÅŸ, ekonomik etkinliklerde özellikle dolaylı sermaye transferlerini hızlandırmıştır. ‘Yasaklar ve izinlerden oluÅŸan ve her aÅŸamada idarî kontrolleri gerektiren bu politika modeli, bir yandan plan öncelikleri doÄŸrultusunda selektif önlemleri içerir; öte yandan da, izin ve yasakların çok büyük ekonomik avantajların doÄŸmasına ya da önlenmesine yol açması nedeniyle, devlet mekanizmasının büyük çıkarlar karşısında yozlaÅŸmasının nesnel koÅŸullarını oluÅŸturur.’13

 

Devletin inÅŸa etmiÅŸ olduÄŸu kamusal alana giriÅŸi mümkün olmayana geniÅŸ bir kesim devletten transfer edilen sermayeden faydalanamıyordu. Türkiye’nin geçirmiÅŸ olduÄŸu birçok deÄŸiÅŸim ve dönüşümler kapalı toplumsallıkları da deÄŸiÅŸtirmiÅŸtir. Özellikle iç ve dış göçün yol açtığı sosyal, kültürel ve ekonomik deÄŸiÅŸimler ekonomik ve siyasal talepleri geniÅŸletmiÅŸ ve çeÅŸitlendirmiÅŸtir. Büyük kentlere göçlerle oluÅŸan kapalı toplumsallık süreç içerisinde belirli bir ekonomik örüntüler oluÅŸturdu. Göçle gelen unsurlar arasında sermaye birikimine yönelmiÅŸ olanlar, iÅŸ yapmanın salt sermaye birikimi ile mümkün olmadığının farkına vardılar. Ä°ÅŸ yapmak siyasal örüntülere dayanıyordu. ‘…Cumhuriyet dönemi boyunca devlete yakın duranlar servete de yakın olma ÅŸansı elde etmiÅŸtir. Özel sektör temsilcisi iÅŸadamları ile siyasal elit iç içe geçmiÅŸ, servet ve erk çok küçük bir azınlığın elinde toplanmış, burjuvazi bir nevi "kayırmacı-besleme" burjuvazisine dönüşmüştür. Çok partili hayata geçiÅŸle birlikte, geniÅŸ halk kitleleri siyasetin kendi menfaatlerinin savunusunda kullanılabilecek bir araç olduÄŸunu ilk kez keÅŸfetmiÅŸlerdir. Bunun sonucunda devlet yönetimine olan talep giderek artmaya, bu yolla güç kullanımının maliyeti de katlanmaya baÅŸlamıştır. Her dönemde iktidar partileri de oy tabanlarına göre devlet aygıtını servetin yeniden dağıtımında en iÅŸlevsel biçimde kullanma konusunda hayli "maharet" sergilemiÅŸlerdir.’14

 

  1. Türk Siyasal Kültüründeki DeÄŸiÅŸmezlik; ‘Bir ÅŸeyler DeÄŸiÅŸecek ise Bu DeÄŸiÅŸimi Ancak Devlet Ä°fa Eder’:

Osmanlı Devletinin klasik dönemi sonrası zaafa girmesi ile birlikte, gittikçe güçlenen Batı Avrupa merkezli sömürgeci politik ile ölümcül karşılaÅŸmasının sonucu devletin bir var kalma sorunu ortaya çıkmıştır. Bu sorunun aşılması için giriÅŸilen askeri, idari ve siyasi ıslahat, deÄŸiÅŸim, dönüşüm ve nihayetinde modernleÅŸme çabaları aynı zamanda bir Osmanlı Aydınlanmasını ortaya çıkartmıştır. Fakat aydınlanmanın iÅŸaret ettiÄŸi sivil alan, devlet ve siyaset ayrımının bulunmadığı, siyaset ve iktidar örüntülerinin devlet katında belirlendiÄŸi merkezi siyasetten ayrık bir görünüm sergilemiyordu. Aslında; ‘Sorunun bir Devlet sorunu olması ve Devlet’in varlığını sürdürebilmek için Batı’nın denetiminde bulunan iliÅŸkilere katılmak istemesi, bunun yolu ve gereÄŸi olarak da Batılı bilgi ve bilimlere baÅŸvurma ihtiyacı hissetmesi, bilgi iÅŸlerinin Devlet iÅŸi olarak, Devlet denetiminde yürütülmesine yol açmıştır.’15 Türk siyasal kültürünün derin izlerini taşıyan Türkiyeli bütün siyasal yönelimler, nihayetinde “iktidara odaklılık” olgusu ile devletten ayrık olmayı baÅŸaramamışlardır.

 

Hem Osmanlı Türkiye’sinde hem de Cumhuriyet Türkiye’sinde deÄŸiÅŸimlerin dışsal karakter taşıması, deÄŸiÅŸimin devlet eliyle yapılmasının ana nedenidir. Çünkü deÄŸiÅŸimi yerine getirecek tek örgütlü güç, devlettir. Bununla beraber her ana deÄŸiÅŸim kırılmalarında oluÅŸan sosyopolitik yapı, bir sonraki deÄŸiÅŸimin zeminini de oluÅŸturmuÅŸtur. OluÅŸan bu zemin, devletin deÄŸiÅŸim iradesine hem bir neden hem de bir meÅŸruiyet saÄŸlamıştır. Bu meÅŸruiyetin oluÅŸumunu saÄŸlayan ise; deÄŸiÅŸimi mümkün kılan zeminin temsilcilerinin devletin yanında yer almasıdır. Türk siyasal kültürünün iktidara odaklılık olgusu; oluÅŸan grup/zümre/sınıf çıkarlarının devlet çıkarları ile eÅŸitleme çalışmalarıdır. Bu eÅŸitleme çabaları, toplumsal çatışmaların devlet katında görünür olmasına yol açmıştır. Türk siyasal yaÅŸamında “devleti ele geçirme” söylemi, sivil ve/veya askeri darbeleri, darbe ve ihtilal teÅŸebbüsleri ya da özlemleri, bu eÅŸitleme giriÅŸimlerinin billurlaÅŸtığı alanlardır.    

 

Fakat deÄŸiÅŸimin kavuÅŸmuÅŸ olduÄŸu görece içsel dinamik, özellikle ana deÄŸiÅŸimlerin dışsal bir karakter taşımasına engel deÄŸildir. Çünkü deÄŸiÅŸimin yönü, deÄŸiÅŸimin ihtiyacını ortaya çıkaran dışsal etkilerin yönüne doÄŸru oluÅŸmuÅŸtur. Türkiye’de yapılmış olan bütün anayasalar toplumsal bir konsensüsü yansıtan sosyal ve siyasal kontratlar olmayıp devletin güçlü belirleyiciliÄŸi altında oluÅŸturulmuÅŸtur. Kaldı ki; Türkiye’de devletin bir anayasa yapma ihtiyacı toplumsal itkinin bir sonucu olarak deÄŸil, devleti kontrol eden siyasal kadroların kendi güçlerini bir anayasa yapabilme iradesi ile ispata yönelik güç gösterisi olarak tezahür etmektedir. Bir anayasanın gerekliliÄŸini savunan merkezi siyasettir ve mevcut anayasayı askıya alan, deÄŸiÅŸtiren ve yeni bir anayasa vazeden de merkezi siyasetin bizatihi kendisidir.


Türkiye’de devlet aygıtı homojen bir yapı arz etmemektedir. Türk siyasal kültürüne damgasını vurmuÅŸ bulunan ‘siyasetin devlet katında deruhte edilyor olması durumu’, siyasetin üretmiÅŸ olduÄŸu çeliÅŸki ve çatışmaların da devlet katında oluÅŸuyor olmasının ana nedenidir. Devlet dışı sivil unsurların kendi mecralarında ortaya koymuÅŸ oldukları siyasal faaliyetler, devlet katında çatışan siyasal aktörlerin elini güçlendiren ve iktidar aygıtını kontrol hakkını saÄŸlayan meÅŸrulaÅŸtırıcı araçsallıklardan öteye geçememektedir. Devletin icra makamını oluÅŸturan sivil iktidarların, iktidarları boyunca yaÅŸamak zorunda oldukları muktedir olup olamama endiÅŸesinin ana nedeni, adeta görünmez bir güç olarak çalışan bu yapının varlığıdır. Türk siyasal yaÅŸamında ana deÄŸiÅŸim ve dönüşümleri yerine getiren bizatihi devletin kendisidir. Türkiye’de deÄŸiÅŸim ve dönüşümler, devletin kendisini eleÅŸtirmesi ile baÅŸlamakta ve derinlik kazanmaktadır.

 

ARÄ°F ARCAN

 

Dipnotlar:

 

1) Ortaylı, Ä°lber,  Devlet’e Nasıl Bakmalı?, Makale, DoÄŸu Batı Düşünce Dergisi, Sayı: 1,  DoÄŸu Batı Yayınları,  Ankara, 1997,  s.13.

 

2) Mahçupyan, Etyem, Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce, Dönemler ve Zihniyetler, 9. Cilt,  Ä°letiÅŸim Yayınları, 2009, s.273.

 

3) Uzunçarşılı, İsmail Hakkı, Osmanlı Devleti Teşkilatından Kapıkulu Ocakları I-II, Türk Tarih Kurumu Yayınları

 

4) Uzunçarşılı, İsmail Hakkı, Osmanlı Devletinin Saray Teşkilatı, Türk Tarih Kurumu yayınları

 

5) Çaha, Ömer, Aşkın (Transandantal) Devletten Sivil Topluma, İstanbul 2007, s. 149-150

 

6) Mardin, Åžerif, Türkiye’de Toplum ve Siyaset (Bütün Eserleri 6- Makaleler 1, Der: Mümtaz’er Türköne) Ä°letiÅŸim yayınları, 2011, s.44

7) Mardin, Åžerif, a.g.e., (Türkiye’de Toplum ve Siyaset), s. 208

8) Ortaylı, Ä°lber, Gelenekten GeleceÄŸe, Ufuk Kitapları, Ä°stanbul,2003, s. 50. (Halil Ä°nalcık’tan Aktarım)

9) Boratav, Korkut, Türkiye Ä°ktisat Tarihi 1908-1985,  Gerçek Yayınevi, Ä°stanbul, 1988, s. 27.

10) Boratav, a.g.e., s.29-30.

11) Çaha, Ömer, Sivil Toplum, Aydınlar ve Demokrasi, Plato Film Yayınları, İstanbul, 2008, s.31.

12) Karpat, Kemal H, Osmanlı’dan Günümüze Elitler ve Din, TimaÅŸ Yayınları, Ä°stanbul, 2010, s. 153.

 

13) Boratav, a.g.e., s.103.

 

14) Demir, Ömer, “Anadolu Sermayesi” ya da “Ä°slamcı Sermaye”, makale, Makale, Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce: 6. Cilt, Ä°slamcılık, Ä°letiÅŸim Yayınları, Ä°stanbul, 2011,  s.871.


15) Tuna, Korkut, Batılı Bilginin EleÅŸtirisi Ãœzerine, (Baykan Sezer’le konuÅŸmalar) Ä°z Yayınları,  Ä°stanbul,  2011,  s.128-129.

 

 

 

 

Henüz yorum yapılmamış.

* İşaretli tüm alanları doldurunuz.