Güncel
Trump geldi Kudüs ne olacak? - Ceyhun Çiçekçi
Follow @dusuncemektebi2
Madrid’ten Paris’e Filistin Davası: Konferansla devlet sahibi olunabilir mi? Sorunun cevabını peşinen verelim: Neden olmasın?
Çünkü az kalsın oluyordu. En azından denendi, belli bir aÅŸamaya da gelindi lakin sonrasında özellikle Ä°srail’deki siyasal rüzgârların tam tersi yönde esmeye baÅŸlamasıyla birlikte süreç de akamete uÄŸradı. Lakin salt konferansın alameti farikası deÄŸildi süreçteki ‘baÅŸarı’, pek çok baÄŸlamın uyumuyla ‘denk gelen’ konjonktür baÅŸlı başına bir nedendi ve hatta konferans sadece bir sahne gösterisiydi…
Filistin Sorunu özelinde ‘konferans’ kelimesinin telaffuzu, kuÅŸkusuz bu alanda çalışanların aklına ilk olarak Madrid’i getiriyor. Çeyrek asrı aÅŸkın bir süre önce hayata geçirilen Madrid Konferansı’yla geçtiÄŸimiz günlerde toplanan Paris Konferansı’nın kıyası, bir konferansın hangi baÄŸlamlarda ve konjonktürde belirgin bir baÅŸarı saÄŸlayabileceÄŸine yönelik bizlere fikir verecektir.
MADRÄ°D
1990’da Irak’ın Kuveyt’i iÅŸgali üzerine, harekete geçen ABD liderliÄŸindeki koalisyon güçleri Irak’ı maÄŸlup etmiÅŸ ve buna mukabil, bölgesel düzlemde uygun bir zemin yaratıldığına yönelik inançla birlikte, bir barış konferansı toplanmasına karar vermiÅŸlerdi. Madrid’te 1991 yılında toplanan konferans, bölgesel düzlemde Ä°srail ile hukuken (de jure) savaÅŸ halinde olan devletleri tarihte ilk defa aynı masa etrafına oturtmuÅŸtu. Ä°srail, bu konferansın ürettiÄŸi esas ve tali neticeler sayesindedir ki Arap coÄŸrafyasında muhatap olarak kabul görmeye baÅŸlamıştır. Fakat bu sonuç, birtakım geliÅŸmelerin yarattığı atmosferde elde edilmiÅŸtir.
Öncelikle küresel düzlemde inceleyelim. Madrid Konferansı, gerçekleÅŸtiÄŸi tarih itibarıyla Sovyetler’in yapısal olarak gevÅŸediÄŸi ve dağılma sürecine girdiÄŸi bir dönemde toplanmıştı. Rijit iki kutuplu sistemin de bir dayatması olarak, yıllar yılı Filistin sorununa kalıcı bir çözüm getirilememiÅŸti. Özellikle de BirleÅŸmiÅŸ Milletler Güvenlik Konseyi, bu sorun üzerinden iki süper gücün birbirlerini yokladıkları bir platform görüntüsü kazanmıştı. Fakat ÅŸimdi (1991) bu sorunun halline yönelik, Sovyetler’in süper güç statüsünü kaybediyor oluÅŸu, bir fırsat olarak görüldü.
Bölgesel düzlemde ise Amerikan gücünün bölgedeki daimi mevcudiyeti, ancak böylesi bir toplantı ve akabinde geliÅŸecek barış anlaÅŸmalarına dayanabilirdi. Ä°srail yanlısı olarak algılanan ABD’nin bölgedeki varlığı, Ä°srail’i bölge devletleri nezdinde meÅŸrulaÅŸtırmaksızın sürdürülebilir olmayacaktı. Kaldı ki Amerikan yönetimi, Sovyetler’in düşüşüyle birlikte biricik süper güç olarak sivrilmiÅŸ ve küresel baÄŸlamda dile getirdiÄŸine benzer ölçülerde, bölgesel baÄŸlamda da ‘yeni bir düzen’ kurma iddiasını vurgulamaya baÅŸlamıştı. Bütün ÅŸartlar buna olanak saÄŸlıyordu. Bölgesel yeni düzenin çekirdek (core) deÄŸeri ise Filistin sorununun hakkaniyetli halline dayanacaktı. Bölgedeki Amerikan karşıtlığının kökenlerini teÅŸkil ettiÄŸi varsayılan sorun, hallolunmasıyla birlikte bölgenin politik minvalde yeniden dizaynını da kolaylaÅŸtıracaktı.
Ayrıca Madrid Konferansı’nın gerçekleÅŸtirildiÄŸi tarihlerde, Arap dünyası ‘potansiyel’ bir lidere de sahip deÄŸildi. 1970’lere kadar bu sahada en iddialı olan ülke Mısır’dı ve 1979’daki Camp David süreciyle birlikte liderliÄŸini iddia ettiÄŸi Arap dünyasından izole edilmiÅŸti. Kahire’nin izolasyonu, ürettiÄŸi politik boÅŸluk hasebiyle ‘yeni liderlere’ kapı aralamış ve bu alan, öncelikle Saddam rejimi tarafından doldurulmaya çalışılmıştır. Mısır’ın sahneden çekilmesine müteakip, özellikle 1980-8 aralığında gerçekleÅŸen Irak-Ä°ran savaşı, Saddam rejiminin ürettiÄŸi söylemin ana hatları itibarıyla bir Arap-Fars savaşı olarak lanse edilmeye çalışılmış ve Arap liderliÄŸine yönelik ilk ciddi atılım olarak algılanmıştı. Fakat Saddam rejimi, yine bir Arap ülkesi olan Kuveyt’i iÅŸgal ederek hem Arap milliyetçiliÄŸinin resmi ölüm ilanını duyurmuÅŸ oluyordu hem de liderlik iddiasında olduÄŸu bölgede yayılmacı bir profil sergiliyordu. Böylece Saddam, öncelikle Arap yönetimlerini ürküttü ve ayrıca Arap-Fars çatışması olarak sunduÄŸu Irak-Ä°ran savaşıyla ‘elde ettiÄŸi’ sancaktarlığın altını oydu.
Trump’ın ABD BüyükelçiliÄŸini Tel Aviv’den Kudüs’e taşıyacağını açıklaması Filistin sorununun en netameli konusunu gündeme getirdi.
Bu baÄŸlamlara ek olarak, ulusal seviyedeki geliÅŸmeler de hayati bir önem arz ediyordu. Filistin ‘davasının’ liderliÄŸi bir süredir temsil ettiÄŸi iddiasını taşıdığı coÄŸrafyadan oldukça uzakta, Tunus’ta ikamet ediyordu. 1987’de patlak veren ilk intifada bu açıdan FKÖ’nün zeminini kaydırıyordu. Çünkü intifada esnasında FKÖ liderliÄŸi sahada deÄŸildi. Daha ziyade Lübnan’daki Ä°srail iÅŸgaline direniÅŸle vücut bulan Hizbullah’ın da etkisiyle bölge, Ä°slami tonları ağırlıklı olan Filistinli hareketlerin önünü açmıştı. Söz gelimi HAMAS, bizatihi intifadayla akrandı. Seküler milliyetçi Filistin hareketinin zemin kaybetmesi, FKÖ liderliÄŸini pozisyonunu konsolide etmeye sevk etti. Kısacası Madrid Konferansı’na giden süreç, bu perspektiften bakıldığında, FKÖ’nün zemin kaybetmesinden bağımsız düşünülemez.
PARÄ°S
Paris Konferansı ise yukarıda anlatılan bağlamlardan neredeyse tamamen yoksundu. Yine kısaca açalım.
Küresel düzlemde böylesi bir konferansın verimli sonuçlar üretebilmesi ancak bölgede de etki kapasitesi yüksek küresel aktörlerin güçlü katılımına koÅŸuttu. Bir süredir düşüşte olan Amerikan görünürlüğüne ek olarak, hususiyetle bölgede etkisini arttıran Rus varlığı da hesaba katıldığında, Rusya’nın güçlü katılımı olmaksızın yapılacak herhangi bir organizasyonu anlamsız kılacaktı. Ne var ki Rusya, dışiÅŸleri bakanlarının katıldığı toplantıya sadece Fransa’daki büyükelçisini gönderecekti. Ayrıca ABD’de baÅŸkanlık seçimleri gerçekleÅŸtirilmiÅŸ ve fakat yeni baÅŸkan henüz göreve baÅŸlamamıştı. Amerikan sisteminin getirisi olarak, halihazırda Beyaz Saray’da iÅŸbaşında olan baÅŸkanın politik meÅŸruiyeti neredeyse yok hükmündeydi. Böylesi bir dönemde bu tip bir konferansın toplanması, kuÅŸkusuz sorunun birincil muhatapları tarafından da dikkate alınmayacaktı. Kaldı ki Ä°srail ve Filistin Yönetimi dahi katılım göstermedi. Ayrıca bu konferansın Fransa öncülüğünde hayata geçirilmesi de konferansı zayıflatan bir diÄŸer unsurdu. Hem Ä°srail, AB ülkelerini aşırı Filistin yanlısı buluyor hem de Ä°srail’de yankılandığı ölçülerde konferans, Fransa’nın bir nevi ‘ego tatmini çabası’ olarak algılanıyordu.
Kudüs’ün Amerikan yönetimi tarafından Ä°srail’in baÅŸkenti olarak tanınması, genel kabul görmüş iki devletli çözümün altını oyacaktır.
Konjonktürü bölgesel seviyede tarttığımızda Filistin, uzunca bir süredir gözlerden uzaklaÅŸmıştı. Özellikle DAEÅž’in varlığı ve Suriye iç savaşı üzerinden yürütülen vekiller mücadelesi Filistin’i görünmezleÅŸtirmiÅŸti. Yemen’deki çatışma ortamı da perdelemeye katkı veriyordu. Bölgede daha ziyade Ä°ran ve Suudi Arabistan’ın çatışan politikaları ve bu politikaların sonuçları politik panoramayı belirliyordu. Suriye’de de Batılı güçler deÄŸil, Türkiye-Rusya-Ä°ran uzlaşısı temelinde geliÅŸen bir süreç söz konusuydu. Batılı güçlerin bölgesel düzlemde görece pasifize olduÄŸu bir dönemde Batı merkezli bir konferansın toplanması kuÅŸkusuz sonuç üretmekten uzak kalacaktı. Ayrıca Eylül 2015 itibarıyla Suriye iç savaşına bilfiil müdahil olan Rusya, kısa süre içerisinde bölgedeki algıları ve politikaları yönetmeye talip olarak belirginleÅŸmiÅŸti. Bölge liderleri Rus lider Putin’e ‘danışmanın’ önemini keÅŸfederek, kapısını sıkça aşındırmaya baÅŸlamışlardı. Böylesi bir bölge odaklı hegemonik dönüşüm anında Fransa liderliÄŸinde bir konferans toplamak, net çıktılar üretmesi baÄŸlamında yetersiz kalmaya mahkûmdu. Bunlara ek olarak, Ä°ran’ın bölgedeki aksiyonunun yoÄŸunluÄŸu, Körfez monarÅŸileriyle Ä°srail’i oldukça yakınlaÅŸtırdı. Ä°srail’in bölgesel düzlemde eli bu kadar rahatken -hem de tarihinin en saÄŸcı hükümeti görevdeyken- onu zorlayacak bir zemin olduÄŸu elbette söylenemezdi.
Ulusal düzlemde ise saÄŸ tandanslı koalisyon hükümeti, Ä°srail’in Filistin Sorunu’nda yapıcı katkılar sunmasına kuvvetle muhtemel engel olacaktı. Madrid Konferansı akabinde geliÅŸen Oslo Süreci’nin mimarı, Ä°srail solunun önemli figürlerinden Ä°zak Rabin’di. Günümüzde Ä°srail, Ä°zak Rabin gibi bir politik ÅŸahsiyetin etkisinde deÄŸildi. Bu baÄŸlamda, Suriye’ye ait olan iÅŸgal altındaki Golan Tepeleri’ni yakın bir geçmiÅŸte ilhak eden, yine iÅŸgal altındaki Batı Åžeria’nın ilhakını da sıklıkla konuÅŸan bir hükümet, soruna yönelik kalıcı ve hakkaniyetli bir çözüm üretebilecek potansiyele sahip olduÄŸu konusunda ciddi şüpheler uyandırıyordu.
Ayrıca halihazırdaki Filistin Yönetimi’nin meÅŸruiyeti de sorgulanmaya oldukça açıktı. Filistin’in ‘efsanevi’ lideri Arafat’ın ölümü akabinde 2005 yılında iktidara gelmiÅŸ olan Abbas yönetimi, tarihin bir cilvesi olsa gerek hala iktidardaydı. Filistin’de son yapılan parlamento seçimleri, 2006 yılında gerçekleÅŸmiÅŸ ve bu seçimin kısa vadeli sonucunda da Filistin fiilen ikiye bölünmüştü. Gazze’de hâkimiyet tesis eden HAMAS ile Batı Åžeria’yı yöneten El Fetih, iki baÅŸlı bir Filistin ‘davasına’ neden oluyordu. Bu iki oluÅŸum bir araya getirilmediÄŸi müddetçe Filistin ‘davasının’ temsili ve bu temsiliyetin hükümranlık potansiyeli oldukça sınırlı bir hal arz edecekti. Bu baÄŸlamda, Paris’teki konferansa Abbas yönetimi olumlu cevap verse de HAMAS aynı çizgide düşünmüyordu. Nitekim konferansın hemen akabindeki Rus giriÅŸimiyle, iki oluÅŸum birlik hükümeti kurma hususunda anlaÅŸtıklarını kamuoyuna duyurdu.
KISACA
BaÅŸkan Trump’ın Amerikan BüyükelçiliÄŸi’ni Tel Aviv’den Kudüs’e taşıyacağını açıklaması ve dolayısıyla Kudüs’ü, Ä°srail’in de facto ürettiÄŸi ‘statükoya’ istinaden baÅŸkent olarak kabul edeceÄŸini ilanı, elbette Filistin Sorunu’nun belki de en netameli konusunu gündeme getirmiÅŸ oluyordu. Kudüs, bütün bir Müslüman coÄŸrafya için bam telini simgelediÄŸinden, böylesi bir icraatın yeni bir intifada dalgasıyla karşılanacağına yönelik karşı açıklamalar da geliyor. Kudüs’ün, Amerikan yönetimi tarafından Ä°srail’in baÅŸkenti olarak tanınması (recognition), hem bugüne kadar çözüm parametresi olarak genel kabul görmüş iki devletli çözümün altını oyacak hem de kuvvetle muhtemel Kudüs’e büyükelçiliklerini taşımak hususunda pek çok devleti sıraya sokacak bir domino etkisine sebep olacaktı. Bu baÄŸlamda, Paris Barış Konferansı’nda amaç daha ziyade Filistin Sorunu’na bir vurgu koymak, onu hatırlatmak olabilir. Ä°ki devletli bir çözümün hala yaÅŸatılabilir bir öneri olduÄŸuna ‘kuvvetli bir biçimde’ destek sunmak, öncelikle tarafların ve özellikle de Trump yönetiminin dikkatlerini buraya çekmek, konferansın temel amaçları olarak düşünülebilir. Yeni Amerikan yönetiminin görevi devralmaksızın sergilediÄŸi aşırı Ä°srail yanlısı tutum da böylelikle ‘eleÅŸtirilmiÅŸ’ oluyor. Lakin nihai kertede, özellikle Rusya’nın yoÄŸun angaje olduÄŸu bir süreç hayata geçirilmeksizin, Filistin Sorunu’nda kısa vadede mesafe kaydetmek pek mümkün görünmüyor.
Filistin Sorunu’na nihai bir çözüm üretecek olası konferansların da minimum düzeylerde Madrid Konferansı kadar ‘ÅŸanslı’ olması gerekiyor. Bunca faktörün ‘el birliÄŸi etmişçesine’ zemin hazırladığı bir atmosfer olmaksızın yapılacak toplantılar, sembolik vurgular koymaktan öteye gidemeyecektir…
KARAR
Henüz yorum yapılmamış.