Sosyal Medya

Güncel

Tahrip ve tahrif - Gökhan Özccan

Bugün herhangi bir iletişim kanalı aracılığıyla orta yere bırakılmış her cümlenin, kendisinden haberdar olan insanları iki ya da daha fazla 'taraf'a bölebilme potansiyeli var.



Adeta yedi gün yirmi dört saat her birimiz hazır ve nâzır şekilde bu bölünme nöbetini tutuyor, silahlarımız elimizde durmadan değişen hedeflerimizi bekliyoruz. Kimileri bunu 'uyanık olmak' şeklinde tarif ediyor. Ben acizane 'tam teşekküllü bir uyku hali' diyorum buna. Öyle diyorum, çünkü biz bu tekinsiz fotoğrafta tümüyle edilgen bir konumdayız. Ne üzerinde tartıştığımız ya da çatıştığımız cümleyi kuran biziz, ne o cümleyi nasıl, ne kadar, nereye kadar düşünüp taşınacağımızı biz belirliyoruz. Dolayısıyla önümüze ne konursa onu yiyor, tadını ya beğeniyor ya da beğenmiyoruz. Üstelik önümüze konan yemeği beğendiğimizde de, beğenmediğimizde de garip bir tatmin hissiyle kalkıyoruz bu acayip sofradan. Çünkü soruyu ve cevap seçeneklerini önümüze koyanlar, yani azdan seçmeli bu menüyü belirleyenler, 'etkin' insan olmanın böyle basit bir şey olduğunu kodladı yıllar içinde adım adım zihinlerimize.

Bir zihni, kendisine hissettirmeden esaret altına almak isterseniz önce onu yavaş yavaş şuna inandırarak işe başlarsınız: Hayat, önünüze konan sorulardan ve ona karşılık gelen cevap seçeneklerinden ibarettir, yapmanız gereken sadece doğru şıkkı seçmek... Tanıdık geldi değil mi bu mantık size de? Gelmediyse okul hayatınız boyunca çözdüğünüz ve bugün de çocuklarınızın çözdüğü testleri şöyle bir hatırlayın!

Hepimizin zihinsel iÅŸleyiÅŸinde bu tahrip ve tahrif edici mantık (belki de refleks demeliyiz) az ya da çok hüküm sürüyor bugün. “DoÄŸru cevabı arıyorsak eÄŸer, tahrip ve tahrif bunun neresinde?” diye soranlar olabilir. Şöyle basit bir soruyla cevaplanabilir bu soru: Cevabı aramaya baÅŸlamadan önce sorunun 'doÄŸru soru' olduÄŸundan emin olmamız gerekmez mi?

Başkalarınca sistematik olarak önümüze konan bir soruya cevap aramaya başladığımız andan itibaren şu üç şeyi yapmış oluruz: Bir, kendi öz sorularımızı terkeder, bir kenara bırakırız. Dolayısıyla bir şeyden haberdar olmak isterken, çok daha hayati şeylerden habersiz hale geliriz. İki, meseleleri başkalarının çerçevesini çizdiği dar bir pencereden bakarak düşünmeyi kabul etmiş oluruz ki, bu bizi zihinsel olarak her türlü etkinin edilgeni kılabilir. Üç, bir meselenin doğru cevabının elimizdeki hazır seçeneklerden biri olduğuna şartlanmış oluruz ki, bu zihinsel esaretimizin düştüğü, düşebileceği en sinsi tuzak olur.

Bütün bu ihtimallerin sade ce birer varsayım, afaki ve dayanaksız bir kurgu olduğunu düşünmeyi ben de isterdim ama yapamıyorum. Yapamıyorum çünkü hemen her gün içine düştüğümüz dolambacın tam olarak böyle bir şey olduğunu net olarak görüyorum. Aslî meselelerinden uzaklaşmış, zihnî ve kalbî istinatgâhını yitirmiş, güncelin attığı her topa gözü kapalı giren, bir gün sonra hatırlamayacağı kadar önemsiz herhangi bir meseleye kıyametin gerçekleşecek son alametiymiş gibi hararetle dalan, birilerinin kafasını gözünü yarmaya hangi ahlakî vazgeçilmezlerinden vazgeçerek gittiğini düşünemeyen, bütün cephelerin ötesinde korunması gereken aslî cephenin Hakk'ın 'hak ve hukuku' olduğunu unutan koca bir kalabalık haline geldik bugün. Sürekli bir 'kritik durum' içindeyiz ve bunu mazeret kılıyoruz sürekli, her türlü asılsızlıklarımıza.

Kendi sorularımızı sormadıkça, kendi cevaplarımızı aramadıkça, ayağımızı kendi doğrularımızın sağlamlaştırdığı hakikat zeminine basmadıkça, onların oyun ve oyuncaklarıyla oynamayı bırakmadıkça, modern olanı elimizin tersiyle bir kenara itip en yalın halimizle kadim hakikate yönelmedikçe yol almayı başaramayacağız.

Bu kadar gür sesli olup da, söyleyecek kayda değer hiçbir şeyi olmamak ne kadar acıklı bir durum değil mi?

Henüz yorum yapılmamış.

* İşaretli tüm alanları doldurunuz.