Kürsü
Avrupa AB ve ben - HASAN BÃœLENT KAHRAMAN
Belki ilk kez duyanlar şaşıracaktır ama kendimi yakın çevremde de başka yerlerde de 'anadili Türkçe, Batılı eğitim görmüş, Osmanlı' diye tanımladığımı beni bilenler bilir. Türklüğü bir kültür olarak elbette sonuna kadar benimsiyorum.
Ama ideolojik bir tutum ve tutkuyla ona sarılmadım hiçbir zaman. Yabancı dille eğitimyapan okullara gittim.
Diller öğrendim. O dillerin edebiyatlarıyla koyun koyuna yaşadım. Gençliğimde iyice saçmalıyor ve Fransız edebiyatını yüz bin kişilik statta halkın önünde benimle tartışacak birini arıyorum diyordum. Söyledim ya saçmalık, ama öyle...
Buna mukabil ilk gençliğimden başlayarak Osmanlının ihtişamlı kültürünü de bir o kadar benimsedim. Gene gençliğimde Osmanlı müziği ve edebiyatına kendimi o kadar kaptırmıştım ki, Divan Edebiyatı şiirleri, şarkı sözleri olarak bin mısra ezberleyeceğim diye tutturmuştum.
Bazıları silindi gitti hafızamdan ama geriye kalan gene de beni idare eder. Osmanlımüziğini ise etrafımda yalnızlaşmak pahasına en mutantan, ağır, sanatlı parçalarıyla sevdim. Onlar olmadan yapamam.
Müslümanlık bütün Türkiye'de üst kimliktir. Hele kültürel planda Müslüman olmayan yoktur. Ben de o kültürü içimde, kendimde, varlığımda duyuyorum.
Öte yandan yarısı İstanbullu ailemden bu kentin büyük İmparatorluk birikimini oluşturan gayrimüslim kültürünü sonuna kadar sevmeyi, benimsemeyi öğrendim. Bugün de Musevileri, Ermenileri, Rumları büyük kültürleriyle kendimden, kendimi onlardan sayarım.
İstanbul kültürü kısmı azamıyla onların eliyle gelişmiş, serpilmiştir. Osmanlılar, Türk, Anadolu, Selçuklu birikimi ve hepsinin üstüne gerilen büyük Müslüman kültürüyle bu dokuyu bir senteze ulaştırmıştır.
Yani Batı bu kültürün bir parçasıdır.
Kısacası, Batı tüm bu kültürel birikim için önemlidir. Çünkü niteliğini iki satırla vermeye çalıştığım büyük Osmanlı aslında bir Balkan, Doğu Avrupa devletidir.
17. yüzyıla kadar ve 18. yüzyılda yaşanan bir çöküntü parantezinden sonra 19. yüzyıldabile onunla at başı gidecek kadar Batıyla iç içe olduğunu biliyorum Osmanlının. Yıkıldığı günlerde bile 'düvel-i muazzama'nın parçasıydı, o da Batı demekti.
Fakat bu tarih ve bu kişisel tarih bana Batının kolonyal tarihini unutturmuyor.
Batının önce Osmanlı sonra Türkiye'yle olan sorunlu ilişkilerini ve tarihini silmiyor.
Tersine onları daha yakından, içinden, derinlemesine görmeme imkân veriyor.
Hatta elli yıldır Avrupa'nın kapısında neden bekletildiğimizi daha iyi anlamanın ipuçları da bu tarihte yer alıyor. Hele son dönemde Avrupa'nın bir hayali korkular toplumu olması, İslamofobi ile kendisini mefluç etmesi, göçmenler konusunda sürdürdüğü politika, aşırı sağa hızla kayması 'Hangi Batı' konusunu bir daha ve çok sert biçimde gündeme getiriyor.
Ama bu Avrupa bütün eksiğine ve şu belirttiğim kısıtlamalarına rağmen hâlâ hukukla, insan haklarıyla, bireylikle, yurttaşlıkla, liberal demokrasiyle, sosyal demokrasiyle belli bir çıpa. Öyle 'Avrupa olmazsa biz de olmayız' diyenlerden olmadığımı bir daha mı söylemeliyim; hayır, yapmayacağım ama bu durum Avrupa değerleri dediğimiz bütünün dikkat gerektirdiğine işaret etmemi engellemiyor.
Türkiye, AB ile Rönesans'ın, hümanizmanın, hoşgörünün, sosyal demokrasinin Avrupa'sınıbirbirinden ayırmalı.
Birisi en katısından politikadır. Öteki bir felsefedir.
Bütün sır bu ayrımda gizlidir.
Henüz yorum yapılmamış.