Sosyal Medya

Güncel

Lozan, Musul: Nasıl tartışmalı?

Lozan görüşmeleri ve neticeleri ele alındığında, bunların “zafer” ya da “hezimet” benzeri sınıflamalarla değerlendirilmesinin oldukça zor olduğu görülür. Buna karşılık, Türkiye'nin On İki Ada ve Musul Vilayeti'nin geleceği benzeri konularda tez geliştirirken hatalara düştüğünü belirtmek gereklidir. Ancak bu kayıp ve hatalar, “paket”in geneli içinde, “kazanımlar” ile karşılaştırılarak değerlendirilmelidir.



Lozan AntlaÅŸması (1923) güncel siyasal tartışmanın önemli maddelerinden birisi olması, bu nedenle de “zafer” ya da “hezimet” kutuplarına savrulunarak tartışılması nedeniyle tarihselleÅŸtiremediÄŸimiz önemli geliÅŸmelerden birisidir.
 
Son günlerde yeniden alevlenen bu tartışma, barış görüşmeleri sırasında On Ä°ki Ada (Dodecanese) ile Musul Vilâyeti’nin kaderinin belirlenmesinde izlenen siyasetler üzerinde yoÄŸunlaÅŸtı. Bu konunun, bilgiye dayanarak, tarihî baÄŸlamından kopartılmadan ve “zafer” ya da “hezimet” paradigmalarına saplanılmadan tartışılması anlamlıdır.
 
Ancak söz konusu tartışma yapılırken “amaç”ın açıkça ortaya konulması elzemdir. Bu da iki alandaki yaklaşımın ortaya konulmasını gerekli kılıyor.
 
Lozan ve günümüz dış siyaseti
 
Ä°lk olarak, Lozan AntlaÅŸması “kutsal ve tartışılması geleceÄŸimizi tehlikeye düşürecek” bir belge deÄŸildir. Zaten Türkiye uzun süre bu anlaÅŸmaya böylesi bir kavramsallaÅŸtırma çerçevesinde yaklaÅŸmamış, tam tersine, iki savaÅŸ arası dönem koÅŸullarından istifade ederek onun hükümlerini kendi lehine deÄŸiÅŸtirmeye gayret etmiÅŸtir.
 
Bu giriÅŸimler neticesinde antlaÅŸmanın çizdiÄŸi Türkiye-Suriye sınırı deÄŸiÅŸtirilmiÅŸtir. Bunun yanı sıra BoÄŸazlar’dan geçiÅŸ ile bölgenin silahsızlandırılacak alanlarını Lozan’ın 23. maddesinde zikredilen ilkeler çerçevesinde düzenleyen konvansiyonu da çıkarlarına aykırı bulan Türkiye bunu 1936 Montreux SözleÅŸmesi ile ikameye muvaffak olmuÅŸtur.
 
Ancak Lozan’nın “kutsal bir metin” olmaması, Türkiye’nin günümüzde bu antlaÅŸmadan ÅŸikâyet ederek “kaybedilen toprakları geri alma merkezli (irredentist)” bir dış siyaset benimsemesine gerekçe oluÅŸturmaz.
 
Günümüzde dış siyaseti ÅŸekillendirirken “Lozan bizim kaderimizi belirledi, artık yapılacak bir iÅŸ yoktur” yaklaşımı kadar “Lozan’da haksızlığa uÄŸradık, bunun düzeltilmesine çalışacağız” duruÅŸu da esas alınamaz. Türkiye dış siyasetini bu uçlara savrulmadan, realpolitik ile ahlâkîlik arasında oluÅŸturacağı denge çerçevesinde yapmak zorundadır.
 
Günümüzde dış siyaseti ÅŸekillendirirken 'Lozan bizim kaderimizi belirledi, artık yapılacak bir iÅŸ yoktur' yaklaşımı kadar 'Lozan’da haksızlığa uÄŸradık, bunun düzeltilmesine çalışacağız' duruÅŸu da esas alınamaz. Türkiye dış siyasetini bu uçlara savrulmadan, realpolitik ile ahlâkîlik arasında oluÅŸturacağı denge çerçevesinde yapmak zorundadır.
Buna karşılık, Lozan görüşmelerinde tezlerimizi iyi savunamamız ve baÅŸta Ä°ngiltere olmak üzere Birinci Dünya Savaşı galipleri tarafından haksızlığa uÄŸratılmamızdan yola çıkarak, devletin devamlılığı ilkesi ile 93 yıl önce imzalanmış bir antlaÅŸmadaki imzamızı sorgulamamız ve bu süreçte meydana gelen kapsamlı deÄŸiÅŸimleri keenlemyekün addederek “revizyonist” taleplere yönelmemiz de anlamlı deÄŸildir. Bu temelde gerçekleÅŸecek bir revizyonizmin Türkiye’ye faydadan ziyade zarar getireceÄŸi açıktır.
 
Dolayısıyla Türkiye dış siyaset seçeneklerinin tümünü masaya yatırmalı, buna karşılık “tarihî haksızlıklar” temelli bir revizyonizmden kaçınarak tercihlerini “güncel baÄŸlam”dan kopmadan gerçekleÅŸtirmelidir.
 
Siyasal rejimimiz ve kiÅŸilikler
 
Ä°kinci olarak, Lozan AntlaÅŸması’nın tartışılmasının “siyasal rejim” ile bir iliÅŸkisinin bulunmadığının da altı çizilmelidir. Bu antlaÅŸma Birinci Dünya Savaşı sonrası “status quo”yu belirleyen son sözleÅŸmedir. Lozan’da Osmanlı Devleti hukuken sona ermiÅŸ, onun 1914’te varolan mülkü Harb-i Umumî ve sonrasında yaÅŸanan geliÅŸmeler göze alınarak dağıtılmış, borçları paylaÅŸtırılmış, böylece yeni bir “status quo” oluÅŸturulmuÅŸtur.
 
AntlaÅŸma doÄŸal olarak Türkiye’nin yönetim biçimi ve kurumları konusunda hüküm taşımamıştır. Türkiye’nin Lozan sonrasında rejimi ve kurumları konusunda aldığı kararlar kendi lider kadrosunun tercihleridir. DiÄŸer bir ifadeyle Cumhuriyet rejimine geçiÅŸ ve hilâfetin ilgası benzeri kararlar ile Lozan AntlaÅŸması arasında bir iliÅŸki yoktur. Aynı durum Türkiye’nin sekürlerleÅŸme siyasetleri için de geçerlidir. Bunlar ülkenin siyaset yapıcılarına uluslararası baskı ve antlaÅŸmalarla kabul ettirilen tercihler deÄŸildir.
 
Bunun yanı sıra Lozan görüşmeleri ve antlaÅŸma, Ä°smet Ä°nönü’nün Türk siyasetinde daha sonra oynadığı önemli rollerden bağımsız olarak deÄŸerlendirilmelidir. Ä°nönü’nün Tek Parti döneminde benimsediÄŸi siyasetler, aldığı konumlar “farklı” bir tartışma konusudur. Lozan, Takrir-i Sükûn ve Köy Enstitüleri ile beraberce tartışılamaz.
 
Bunun da ötesinde Lozan görüşmeleri ve neticesinde ÅŸekillenen antlaÅŸma, Curzon/Rumbold-Ä°nönü arasındaki tartışmalara indirgenemez. Birinci Dünya Savaşı sonrası “status quo”suna son noktayı koyan, Osmanlı tasfiyesini neticelendiren ve OrtadoÄŸu düzenini ÅŸekillendiren bir sürecin “kiÅŸilik” çerçeve ve baÄŸlamında açıklanması mümkün deÄŸildir. Ä°smet Ä°nönü’ye barış antlaÅŸmasının kaleme alınmasındaki rolü nedeniyle “kahraman” ya da “beceriksiz” yaftasının iliÅŸtirilmesi, dış siyasetin ağırlıklı biçimde “kiÅŸiler” tarafından belirlenebileceÄŸi benzeri gerçekçi olmayan bir varsayıma dayanır.
 
Lozan önem ve kapsamındaki bir “uluslararası” belgenin hazırlanmasında “kiÅŸilik”lerin son derece sınırlı rol oynayabileceÄŸi unutulmamalıdır.
 
Lozan’da On Ä°ki Ada ve Musul benzeri konularda izlenen siyasetleri, oluÅŸtukları baÄŸlam çerçevesinde tartışır, zafer-hezimet” tartışmasından kaçınır ve aktörlerinin oynadığı rolü gerçekçi gözle deÄŸerlendirerek analiz ederken bir diÄŸer hususa daha dikkat etmemiz gerekmektedir.
 
Bu da Lozan görüşme ve kararlarının, zikrettiÄŸimiz gibi, son derece kapsamlı bir alanda düzenlemeler getirmesidir. Sınırlardan Osmanlı borçlarına, kapitülasyonlardan azınlık haklarına, tarihî eserlerin muhafazasından BoÄŸazların statüsüne uzanan alanları düzenleyen antlaÅŸmanın pazarlıklarında sorunlar, “bizatihi kendileri” olarak tartışılmalarının yanı sıra, bu “büyük paket”in parçaları ÅŸeklinde de deÄŸerlendirilmiÅŸlerdir. Bu nedenle bir alanda alınan bir “taviz” iliÅŸkisiz gibi gözüken bir diÄŸer konuda taleplerden fedakârlık yapılmasını gerekli kılabilmiÅŸtir.
 
Söz konusu “büyük paket” üzerine uzlaşılmasını, tek yönlü tavizler verilmesini zorlaÅŸtıran baÅŸka bir husus da konferansın örneÄŸi az görülen biçimde her ikisi de kendisini “savaÅŸ galibi” olarak gören güçler arasında yapılmasıdır. Birinci Dünya Savaşı galipleri Lozan’ı kendi istekleri çerçevesinde ÅŸekillenecek yeni “status quo”yu oluÅŸturacak son barış antlaÅŸması olarak görmüşler, masanın karşı tarafında bir “maÄŸlup”un oturduÄŸunu varsaymışlardır. Ancak Türkiye konferansa bir savaÅŸ maÄŸlubu olarak deÄŸil aksine askerî zafer kazanmış, gerekirse harbe devam etmeyi göze alabilecek bir devlet olarak katılmıştır.
 
Lozan, Musul ve doğru soruları sormak
 
Musul Vilâyeti’nin geleceÄŸi de Türkiye’nin Lozan’da hayatî önem atfettiÄŸi konuların başında geliyordu. Bölgenin Türkiye’de kalması yeni devletin ekonomisinden inÅŸa edeceÄŸi kimliÄŸe uzanan alanlarda önemli etkiler yaratacaktı.
 
Türkiye’nin bu derece ehemmiyet atfettiÄŸi bir konuya yaklaşırken geliÅŸtirdiÄŸi temel tez, Ä°ngiltere’nın bölgenin kendi manda idaresi altındaki Irak’a bırakılması yolundaki ısrarcılığının temel nedeni olan petrol kaynakları ile bölge egemenliÄŸinin birbirinden ayrılmasının reddi olmuÅŸtur.
 
Türkiye, Ä°ngiltere’nin, sadece adı “Türk” olan Turkish Petroleum Company (TPC)’nin Musul petrollerini iÅŸletme hakkına sahip olduÄŸu tezini reddediyordu. 
 
Ä°ngiltere ve Almanya, 19 Mart 1914 tarihinde Foreign Office Agreement olarak adlandırılan bir anlaÅŸmayı imzalayarak, Musul petrollerini iÅŸletme hakkı talep edecek TPC’nin hisselerinin nasıl paylaşılacağı üzerinde anlaÅŸmaya varmışlardı.
 
Bu uzlaÅŸma sonrasında Ä°ngiltere ve Almanya bölge petrolleri iÅŸletme imtiyazının bu ÅŸirkete bırakılması için Bâb-ı Âlî’ye yoÄŸun diplomatik baskı yapmışlardır. Bunun neticesinde Osmanlı yönetimi Sadrâzâm Said Halim PaÅŸa tarafından kaleme alınan 28 Haziran 1914 tarihli resmî yazı ile Maliye Nezareti’nin anılan petrol imtiyazını, kendi hissesi ve diÄŸer kontrat detaylarının daha sonra belirlenmesi koÅŸulu ile TPC’ye vermeyi uygun gördüğünü bildirmek zorunda kalmıştır.
 
Bunun hukuken bir “imtiyaz sözleÅŸmesi” deÄŸil, diplomatik baskı altında verilen muÄŸlâk bir “kontrat vaadi” olduÄŸu ortadadır. Ancak, Ä°ngilizler bu belgeye dayanarak Lozan’da Musul petrol imtiyazının TPC’ye ait olduÄŸunu iddia etmiÅŸlerdir.
 
Türkiye, Lozan’da konuya, Ä°ngiltere’nin OrtadoÄŸu petrolleri üzerinde kartel oluÅŸturacağı endiÅŸesiyle yaklaÅŸan ABD’den aldığı destekle dönemin Ä°ngiliz DışiÅŸleri Bakanı Lord Curzon’ın baskısı ve konferansın ikinci evresinde Ä°ngiliz delegasyonuna baÅŸkanlık yapan Horace Rumbold’un orta yol bulma giriÅŸimlerine karşılık TPC ve petrol imtiyazı hakkında herhangi bir hükmün antlaÅŸma metnine girmesine direnmiÅŸ ve baÅŸarı saÄŸlamıştır.
 
Lozan görüşmeleri ve antlaÅŸma, Ä°smet Ä°nönü’nün Türk siyasetinde daha sonra oynadığı önemli rollerden bağımsız olarak deÄŸerlendirilmelidir. Ä°nönü’nün Tek Parti döneminde benimsediÄŸi siyasetler, aldığı konumlar 'farklı' bir tartışma konusudur. Lozan, Takrir-i Sükûn ve Köy Enstitüleri ile beraberce tartışılamaz.
Ancak bu baÅŸarı Türkiye’ye deÄŸil, Standard Oil baÅŸta olmak üzere kendi petrol ÅŸirketlerinin çıkarını savunan ABD’ye avantajlar getirmiÅŸtir. Lozan’da Ä°ngiliz talebinin kabul edilmemesi, Near East Development Corporation adı altında Jersey Standard, Socony, Gulf Oil, Pan-American Petroleum ve Atlantic Refining ÅŸirketlerinden oluÅŸan Amerikan grubunun 1928 yılında Musul petrollerini iÅŸletme hakkı onaylanan TPC’de yüzde 23,75 oranında hisse sahibi olmasını saÄŸlamıştır.
 
Dolayısıyla Lozan öncesi ve görüşmeleri sırasında “hem Musul hem petrol” tezi yerine “Musul’da siyasal egemenlik buna karşılık petrol imtiyazı konusunda taviz” yaklaşımı benimsenseydi, bunun ne ölçüde farklılık yaratabileceÄŸini tartışmak anlamlı olabilir.
 
Türkiye’nin ABD ile maden iÅŸletmeciliÄŸi ve demiryolu yapımı benzeri alanları da kapsayan Chester projesi kartını oynamak yerine baÅŸtan, 1916 yılında Fransa’nın kabul ettiÄŸine benzer, “petrolsüz Musul” tezini benimsemesi ve bunu doÄŸrudan Ä°ngiliz hükûmeti ile tartışması şüphesiz farklı bir pazarlığa neden olabilirdi.
 
Buna dönemin Ä°ngiltere BaÅŸbakanı Lloyd George’un Paris Konferansı öncesinde, 1916 yılında “petrolsüz Musul” formulüne kerhen razı olan Fransa’dan bölgeyi geri istediÄŸi ve aldığı gerçeÄŸi çerçevesinde itiraz etmek ve böylesi bir tezin de deÄŸiÅŸiklik yaratmak konusunda yetersiz kalacağını savunmak mümkündür.
 
Ancak baÅŸarı ÅŸansı çok az olsa da “geliÅŸtirilen tezden daha yüksek” olan bir yaklaşıma yönelinilmemesinin taktik hata olarak deÄŸerlendirilmesi yanlış olmaz.
 
Türkiye’nin elini zayıflatan etken
 
GeliÅŸtirilen teze ilâveten, Musul konusunun nasıl çözümleneceÄŸini düzenleyen maddelerin kaleme alınış biçimi de konferans sonrası süreçte Türkiye’nin elini zayıflatmıştır. Lozan Konferansı’nda Musul konusunda uzlaÅŸma saÄŸlanamayınca sorunun, dokuz ay içinde Türkiye ve Büyük Britanya hükûmetleri arasında dostane bir anlaÅŸmaya ulaşılarak çözümlenmesi, bunun gerçekleÅŸememesi durumunda ise anlaÅŸmazılığın Milletler Cemiyeti’ne havalesi kararlaÅŸtırılmıştır.
 
AntlaÅŸmanın konuyu düzenleyen 3. maddesinin 2. fıkrası “Musul Sorunu”na atıfta bulunmamış ve meseleyi Türkiye ile Irak arasındaki “sınırın tespiti”ne indirgemiÅŸtir.
 
Bu ise Ä°ngilizler açısından önemli bir diplomatik avantajı beraberinde getirmiÅŸtir. Lozan AntlaÅŸması metninde bir “bölgenin geleceÄŸi”nin tayini söz konusu edilmiyordu. Ä°ngiltere ve Türkiye’nin uzlaÅŸmaya varamamaları halinde konu Milletler Cemiyeti’ne havale olunursa yapılacak iÅŸlem “Türk-Irak” sınırının çizimi ile sınırlanıyordu.
 
AntlaÅŸma metninde “sınır tayini” olarak belirlenen bir konuda, Türkiye’nin kendi lehine sonuçlanacağından emin olduÄŸu “plebisit” gerçekleÅŸtirilmesinin çok zor olacağı açıktı. Nitekim mesele Milletler Cemiyeti’ne havale olunduktan sonra Ä°ngiltere, anlaÅŸmazlığın “bir hudut çizimi” ile sınırlı olduÄŸu tezinde ısrarı sürdürdü. Türkiye ise konuya “bölgenin kaderinin tayini” çerçevesinde yaklaşılmasının gerekliliÄŸini vurguladı. Bu ise Türkiye’nin çözüm sürecine ciddî bir dezavantaj ile baÅŸlamasına neden oldu. Ä°lerleyen süreçte Milletler Cemiyeti tarafından kurulan komisyon Türkiye’nin tezine yaklaÅŸtı, ancak daha sonra “plebisit” yerine sınırlı ve ÅŸeffaf olmayan kanaat ölçüm yöntemleri kullanmaya karar verdi. Buna ek olarak, bölge halkının tercihi, komisyonun tavsiyelerde bulunurken göz önüne aldığı çok sayıda faktörden “bir tanesi” olmanın ötesinde ağırlık taşımadı. Dolayısıyla “bölgenin kaderinin tayini” ifadesinin anlaÅŸma metninde yer almamasının maliyeti oldukça büyük oldu.
 
Lozan görüşmeleri ve neticeleri ele alındığında, bunların “zafer” ya da “hezimet” benzeri sınıflamalarla deÄŸerlendirilmesinin oldukça zor olduÄŸu görülür. Buna karşılık, Türkiye’nin On Ä°ki Ada ile Musul Vilâyeti’nin geleceÄŸi benzeri konularda tez geliÅŸtirir, savunur ve varılan neticeler kaleme alınırken hatalara düştüğünü belirtmek gereklidir.
 
Ancak bu iki konuda düşülen hatalar ve katlanılan kayıpların “paket”in geneli içinde, “kazanımlar” ile karşılaÅŸtırılarak deÄŸerlendirilmesi gereklidir. Bunun yapılması Lozan AntlaÅŸması gibi tarihimizin kilometre taÅŸlarından birisinin “tarihselleÅŸtirilmesi”ni, onun objektif bir biçimde deÄŸerlendirilmesini ve güncel siyasal tartışma malzemesi haline gelmesinin engellenmesini mümkün kılacaktır.
 
Şükrü Hanioğlu, Princeton Üniversitesi Ortadoğu Araştırmaları Bölümü öğretim üyesi.

Henüz yorum yapılmamış.

* İşaretli tüm alanları doldurunuz.