Kürsü
Muhtaç olduğumuz fikrî devrim
Follow @dusuncemektebi2
1960’lı yıllarda toplumlarımızda bu denli büyük bir mezhepçilik, aşiretçilik, bölgecilik ve sınıfsal nefret olduğunu kim düşünebilirdi ki? Bu derin çatlakların varlığını hep inkâr ettik; vatanperverlik ve milliyetçilik kabuğuyla üzerlerini örttük. Ama bu süreçte gelişen olaylar, henüz fikrî açıdan teşhis koyamadığımız ve siyaseten çözüm üretip tedavi edemediğimiz o derin nefreti yüzümüze çarptı.
Tarihin derinliklerinden miras kalan bu çatlaklar yetmezmiş gibi, geçen yüzyılın ortalarından itibaren bunlara bir de (farklı türlerden) İslamcılar ile (sekülerler, liberaller, laikler, solcular gibi) modernistler arasındaki derin ayrılık eklenerek işleri daha da içinden çıkılmaz bir hale getirdi.
Bu iki akım arasındaki mücadele, hiçbir zaman yapıcı bir rekabet ve fikir alışverişi düzeyinde olmadı. Geçmişte de, günümüzde de yaşanan hep karşısındakini kendi vesayeti altına alma ve dışlama rekabetiydi. Her akım, toplumun bir kesiminin varlığını inkâr etti veya onu hor gördü ya da imkân bulduğunda ona baskı ve işkence uyguladı. Buna mukabil söz konusu akımların toplum açısından kayda değer bir faydaları olmadı.
Ne modernistler ne de halkların kendilerine ümit baÄŸladığı Ä°slamcılar, iktidara geldiklerinde toplumun problemlerini çözme noktasında rüştlerini ispat edebildiler. Hal böyle olunca kendilerini meÅŸrulaÅŸtırmak ve pazarlamak için geriye, “gerici karanlık güçler”e karşı toplumu koruyan “modernleÅŸtirici” kahramanlar veya “kökü dışarıda olanlar”a ve “Batı’nın ajanları”na karşı bir kalkan olan siyasi Ä°slam’ın süvarileri mitleriyle karşı tarafı korkutmaktan ve rakiplerine karşı kitleleri harekete geçirmekten baÅŸka bir ÅŸey kalmadı.
Görünüşte aşırı İslamcı ile aşırı modernist kadar birbirine uzak iki akım yoksa da derine inildiğinde birbirine bunlar kadar yakını da yok. Her ikisi de aynı totaliter düşüncenin rahminden doğmuş, birbirine kaburga kemiği gibi sıkıca bağlı ikizler. Ve her biri diğer yarısından ayrıldığı takdirde ölüme mahkûm. Zira biri olmadan diğeri olmaz, varlıklarının devamını birbirlerine borçlular.
Ne ağır bir insanî bedel!
Herhangi bir tarihçi çıkıp da Cezayir, Mısır, Tunus ve diğer Arap ülkelerinde hayatını kaybeden, hapse atılan, işkence gören, sevdiğini yitiren, dul ve yetim kalan, mülteci durumuna düşen ve böylece hayatı mahvolan insanların sayısını belirleyebiliyor mu? Her bir istatistik yüz binlere işaret ediyor olmalı. Ama daha da dehşetengiz olan şey, bu ağır bedelin boşu boşuna ödenmiş olması.
Toplumsal açıdan bunun maliyeti şu şekilde:
Gerginlik, ÅŸiddet ve bölünme ikliminin giderek artması ve hatta – tıpkı Mısır’da Sisi darbesinden sonra olduÄŸu gibi – [Müslüman KardeÅŸler’i] affetme, “Siz de halksınız, biz de” ÅŸarkısında görüldüğü üzere bu iklimin artık marÅŸlarla terennüm edilir düzeye gelmesi.
Fakirlik, işsizlik, yolsuzluk gibi gerçek afetlerle mücadele için sarf edilmesi gereken bütün o devasa enerjinin heder edilmesi. Aslında bu problemlerin hepsinin ahlaki, siyasi ve iktisadi çözümleri var ve söz konusu çözümler, o veya bu ideolojiyle bağlantılı olmayı ve herhangi bir gruba mensubiyeti gerektirmiyor.
Bu afetlerin çoÄŸunun nedeni ve kökeni, istibdat süresinin uzadıkça uzaması. Tıpkı 1990’larda Tunus’ta olduÄŸu gibi, nice modernistler Ä°slamcı canavardan kendilerini korusun diye eski düzenin kucağına düştüler. Ve yine Tunus’ta son dönemde nice Ä°slamcılar, kökten yok edilmekten kurtulmak için aynı kucaklara oturdular. Yani yaÄŸmurdan kaçarken doluya tutuldular.
Ancak sonuç, her daim bozguncuların/fitne odaklarının menfaatine. Budalaların yürüttüğü fikrî-ideolojik kavgalar bunların umurlarında bile değilken, en temel endişeleri hep hilekârların para üzerinden girdikleri çekişmeler oldu.
İslamcılarla modernistlerin kutuplaşması nasıl kırılır?
Bütün siyasi partiler ve fikrî akımlar içindeki âkillerin, İslamcılarla modernistler arasındaki bu ikili kutuplaşmayı kırmasına bugün her zamankinden daha fazla ihtiyaç var. Zira bu kutuplaşma, mevcut sefaletimizin ve geri kalmışlığımızın en önemli sebebi.
Peki, bu nasıl olacak? Başarmanın yolu, hiç de kolay olmayan iki tür mücadeleden geçiyor:
Siyasi mücadele: 21. yüzyıl partilerini belirlemek (yaratmak) üzere siyasi bir mücadele verilmeli. Bu mücadelede totaliter bir vizyona sahip olanlara, hazır çözümlere ve toplum kesimlerinden herhangi birinin hor görülmesine kesinlikle yer olmamalı. Siyasi partiler, mensuplarını bütün ideolojileri kesen ortak hedef ve değerler ve yine ideolojileri aşan değerler etrafında toplamalı. Ahlak İslamcıların, fakir sınıfları sevmek solcuların tekelinde olmadığı gibi, modernite de sadece laiklerin bir alamet-i farikası değil.
Fikrî mücadele: Bu partiler, ikiz düşmanların (modernistlerin ve İslamcıların) görüşlerinden tamamen farklı bir fikir geliştirip bunu ete kemiğe büründürmeli ve savunmalı; yoksa başarısızlıklarına başarısızlık katmaktan başka bir şey yapamazlar. Gelinen noktada bu öldürücü hastalığın gizli kaynağını anlamak ve ondan kaçınmak için ikiz düşmanların fikrini otopsi masasına yatırmamız lazım.
Gençliğimden beri dikkatimi çeken ve bu ideolojilerle sürekli bir fikrî mücadele içinde olmama yol açan temel olgu şuydu: Söz konusu ideolojilerin ortaya koydukları düşünceler birbirinden son derece farklı olsa da düşünme biçimlerinde büyük bir benzerlik mevcuttu.
Her iki tarafın tezlerine olan ilmî merakım, yavaş yavaş bu akımların düşünme biçimini anlama çabasına dönüştü. Bu çabalarımın neticesi ise 25 yıl önce kaleme aldığım Aklın Hapishanesinde adlı kitabım oldu (Bu kitap internet sitemde de mevcut). Kitapta din ve mezhep farklılıklarına rağmen bu ideolojik grupları aynı noktada buluşturan şeyleri açıklamaya çalıştım.
Buna göre, söz konusu ideolojik grupların hepsi kibirli ve ötekini reddetme eğilimindeydi. Karmaşık gerçekliği basite indirgeme ve hareketli/devingen olanı sabitleme konusunda hepsi aynı yöntemi kullanıyor, şek ve şüphe veya görecelilik nedir bilmeyip aynı çıkarımlara ulaşıyordu.
Görünüşte aşırı İslamcı ile aşırı modernist kadar birbirine uzak iki akım yoksa da derine inildiğinde birbirine bunlar kadar yakını da yok. Her ikisi de aynı totaliter düşüncenin rahminden doğmuş, birbirine kaburga kemiği gibi sıkıca bağlı ikizler. Ve her biri diğer yarısından ayrıldığı takdirde ölüme mahkûm. Zira biri olmadan diğeri olmaz, varlıklarının devamını birbirlerine borçlular.
DoÄŸrusunu söylemek gerekirse, bunu ilk iddia eden de ben deÄŸilim. Ä°bnü’l-Mukaffa yüzyıllar evvel bu olguya dikkat çekmiÅŸ. Kendisinin ÅŸu ifadeleri muhteÅŸem: “Dinlere gelince, çok ve çeÅŸitli olmakla birlikte temelde üç türdür: Dinlerini atalarından miras alan kavimler, dine zorla girenler ve dünyaya talip olanlar. Hepsi de kendisinin doÄŸru yolda ve hidayete ermiÅŸ, kendisine muhalefet edenin ise yanlış yolda ve dalalet içinde olduÄŸunu iddia eder.”
İdelojiler, tepeden bakma, fikri körlük
Her ideolojinin “Biz doÄŸru yoldayız ve hidayete ermiÅŸiz, bize muhalefet edenler ise yanlış yolda ve dalalet içinde” ÅŸeklindeki kanaati, iÅŸte bu ortak zihniyetin temel taşı. Ä°ster tutucu isterse açık fikirli olsun, tek bir ideoloji dahi bilmiyorum ki, “hakikati elinde tutan” bu ideolojinin mensubu deÄŸilseniz size tepeden bakmasın. Ä°ÅŸte bu kibir, bütün fikirleri öldüren ÅŸeyin ta kendisi. Zira aldandığı ideolojinin gözlüğüyle dünyaya bakan, tıpkı Hz. Ä°sa’nın buyurduÄŸu gibi, “Kendi gözündeki merteÄŸi görmezken kardeÅŸinin gözündeki saman çöpünü görür” ve sonunda fikrî körler hiçbir ÅŸey göremez hale gelirler.
Ä°deolojilerin ikinci ortak özelliÄŸi, anlamaya ve deÄŸiÅŸtirmeye çalıştığı gerçekliÄŸin en önemli vasfı olan karmaşıklığı ve dinamizmi inkâr etmesi. Maxime Rodinson diyor ki “Yüzlerce ve binlerce çeÅŸit Marksizm var. Marx o kadar çok ÅŸey söylemiÅŸ ki herhangi bir fikri meÅŸrulaÅŸtırmak için onun mirasından bir ÅŸeyler bulmamız gayet kolay. Bu miras adeta bir kutsal kitap gibi. Åžeytan bile bunun içinden kendi sapkınlığını destekleyici ÅŸeyler bulabilir.”
Laiklik dendiÄŸinde ne kastedilir? Radikal veya ılımlı Fransız laikliÄŸi mi, Ä°ngiliz sekülerliÄŸi mi, yoksa Türkiye’deki Kemalizm mi? “Ä°slam (veya siyasal Ä°slam) çözümdür” teorisyenlerini de aynı minvalde bir karşılaÅŸtırın. Onlar da onlarca, hatta belki de yüzlerce çeÅŸide ayrılıp karmaşıklaşıyor ve parçalanıyor. Ä°slamcılık yelpazesi içinde yer alan IŞİD’in, el-Kaide’nin, Müslüman KardeÅŸler’in, Nahda hareketinin, Hizbu’t-Tahrir örgütünün, Ayetullahların çözümlerinden acaba hangisi gerçek çözüm?
Fakat “Ey Davud, Zebur’u kime okuyor, kime hitap ediyorsun?”. Ä°deolojik fikirler gerçeklikle örtüşmez. Kendi içinde çeliÅŸen onlarca “modernlik”, birbirini boÄŸazlayan onlarca çeÅŸit “siyasal Ä°slam”… (Genel olarak) Ä°slam, modernizm, demokrasi, sosyalizm gibi ideolojilerin gerçeklikle alakası olmayan, her yere çekilebilir muÄŸlâk kavramlarla tanımlandığını görürsün.
Bütün bu kavramlar, sadece “fikirler bütünü”dür, yani semboller âlemindeki kurgusal teoriler dünyasından baÅŸka bir ÅŸey deÄŸil. O dünyaya fildiÅŸi kulelerinde gerçekliÄŸin kaosundan korunan kibirli aydınlardan baÅŸkası uÄŸramaz. Bu gerçeklik uzun zaman evvel insanoÄŸlunun hakikatinden ayrıştı. Aydınlar buralarda hayali savaÅŸlar yaratmakla kalmaz, hayali uzlaÅŸmalar da yaparlar. Gençliklerini boÅŸu boÅŸuna Ä°slam’la sosyalizmi baÄŸdaÅŸtırmakla zayi eden onca insanı hatırladığımda bu zavallılara acımaktan kendimi alamıyorum.
Kadınlarımızı ne geçmişten gelen ne de dışarıdan ithal edilmiş, tamamen Arap moda tasarımcılarının dehasının bir ürünü olan Arap kıyafetleri içinde gördüğümüz ve Paris, Tokyo ve Boston'daki şık kadınların da bunları almak için yarışır hale geldiği gün, kesinkes verimsiz bir ümmet olmaktan çıktığımız gündür. Zira kıyafet ihracı, ümmetin diğer alanlardaki üstünlüğünün dışa yansıyan sadece bir yönü olacaktır.
20. yüzyılın en büyük iki fizikçisi Einstein ve Niels Bohr’un ölümü, onların tabiatta hâkim olan güçlerin doÄŸası hakkında birbiriyle çeliÅŸen görüşlerini ve bu iki büyük bilim adamının görüşlerini baÄŸdaÅŸtıran bir teori bulma çabasıyla her ikisinin de takipçileri arasında bugüne kadar süren ÅŸiddetli tartışmaları ortadan kaldırmadı. Ä°slam’la sosyalizmi baÄŸdaÅŸtırma problemi ise sosyalizmin çöküşünün ardından bir gecede sona eriverdi ve bu da gösteriyor ki söz konusu çaba, ideolojik düşüncenin ürettiÄŸi birçok problem gibi, dönemsel bir problemden baÅŸka bir ÅŸey deÄŸil.
İslam ve demokrasi bağdaşır mı?
Bugün de aynı zihniyet Ä°slam’la demokrasiyi baÄŸdaÅŸtırma olgusuyla tekrar ediyor. Ancak yukarıda sözü geçen Ä°slamlardan hangisi demokrasiyle uyumlu ve demokrasiyle baÄŸdaÅŸmayan diÄŸer Ä°slam çeÅŸitlerini ne yapacağız? Acaba geçmiÅŸte siyasal Ä°slam’ın ÅŸu ya da bu çeÅŸidi demokrasiyi dışladı diye ÅŸimdi biz de tutup onları demokrasi adına dışlayacak mıyız? “Gerçek” Ä°slam’ın temsilcisi diye ÅŸu veya bu tarafın görüşünü destekleyenlerin hepsi aynı iddiayı dile getiriyor ve iddiasından baÅŸka buna bir delil de gösteremiyor. Buna bir de demokrasinin teoride tek olmasına raÄŸmen fiiliyatta çeÅŸit çeÅŸit olduÄŸu ve üstelik bir yığın eksik ve gediklerle dolu ve her an deÄŸiÅŸim halinde olduÄŸu gerçeÄŸini de ekleyerek ÅŸu soru üzerinde düşünmek lazım: Kendi içlerinde zıtlıklarla malul olan ve durmaksızın deÄŸiÅŸen iki ÅŸey nasıl birbiriyle baÄŸdaÅŸacak?
Bu durumun gerçeklikle tek baÄŸlantısı ÅŸu: Bu baÄŸdaÅŸtırma ve uzlaÅŸtırma çabası, kimileri için bir geçim kaynağı olan ve kötü niyetli çevrelerin çıkarlarına hizmet karşılığında finanse ettiÄŸi bir “iÅŸ” koluna dönüştü. EÄŸer bir gün bu çevreler siyasetlerini deÄŸiÅŸtirirse, bununla geçinenler kayıplara karışacaklar ya da bu “baÄŸdaÅŸtırma/uzlaÅŸtırma iÅŸi”nden çıkarları olan baÅŸka finansörler arayacaklar.
İdeolojik olanları bir araya getiren en önemli şey, kibir, yüzeysellik, hayali savaşlar ve barış anlaşmaları üretmek değil, bağımlılıktır.
Ä°bn Haldun bize ÅŸunu öğretti: Hezimete uÄŸrayan, muzaffer olanı taklit eder. Ä°ÅŸte bu tam da her iki tarafın düşünme biçiminin özü. Bir kesim tarihi baz alarak geçmiÅŸteki muzafferleri, yani gerçek ve hayali ecdadımızı; diÄŸer kesim ise coÄŸrafyayı baz alarak günümüzün muzafferlerini, yani yine gerçekteki ve hayallerdeki Batı’yı taklit ediyor.
Aşırı Ä°slamcılara bakarsanız tarihe, aşırı modernistlere odaklanırsanız coÄŸrafyaya bağımlılık karikatürünü görürsünüz. Ä°lki, hiçbir beis görmeden cariyelik ve köle ticaretini yapan insanların izinden gidiyor. DiÄŸeri ise, eÅŸcinsel evliliklerini modernitenin zirvesi olarak görüyor. Ä°lki, insanın gözlerinden baÅŸka hiçbir yerinin görünmediÄŸi burka giyiyor, diÄŸeri – şıklık adına – dizi yırtık kot pantolonlara bir yığın para ödüyor. Kadınlarımızı ne geçmiÅŸten gelen ne de dışarıdan ithal edilmiÅŸ, tamamen Arap moda tasarımcılarının dehasının bir ürünü olan Arap kıyafetleri içinde gördüğümüz ve Paris, Tokyo ve Boston'daki şık kadınların da bunları almak için yarışır hale geldiÄŸi gün, kesinkes verimsiz bir ümmet olmaktan çıktığımız gündür. Zira kıyafet ihracı, ümmetin diÄŸer alanlardaki üstünlüğünün dışa yansıyan sadece bir yönü olacaktır.
İnsanlar 21. yüzyılın başında gerek gerçek gerekse sonradan Araplaşmış biz Arapların hicri 1. yüzyıldaki Araplar veya siyahlaşmış Batılılar vs. olmadığımızı nasıl ve ne zaman anlayacaklar?
Peygamberlerin Peygamberi, geçmişi tekrar etmek veya Kureyş düzeniyle arasında orta yolcu bir çözüm bulmak üzere gelmedi, keza onlarla çatışmaktan da kaçınmadı; kavminin siyasi ve fikrî yapısında köklü değişiklikler yapmak üzere geldi.
Aynısı Batı modernitesi için de geçerli. Batı modernitesi, eski teolojik düşünceden köklü bir kopuÅŸ üzerine inÅŸa edildi ve Giordano Bruno ve Galileo Galilei gibi düşünürler bu özgürlük için çok büyük bedeller ödediler. Ancak diÄŸer taraftan, Batılıların Ay’ın yüzeyinde yürümelerini saÄŸlayan yolun önünü de onlar açmış oldular.
Daha da önemlisi, her iki durumda da düşüncenin evrimi sistem içinden geldi. Tıpkı İslami sıçrama gibi, Batı modernitesi de kendi gerçeklikleri içinde derinleşen yerel düşünürlerin üretici, geliştirici, yenileyici ve bazen de dışarıdan aktarıcı, ama bunu da kendi dilleriyle, tamamen kendi iradeleriyle, tercih ve karar almada bağımsız duruşlarıyla gösterdikleri çabaların bir sonucuydu.
Bu okumadan şu dersleri çıkarabiliriz:
— Sadece geçmiÅŸten gelen veya dışarıdan ithal edilen okumalarla bir gerçekliÄŸi anlayamaz ve geliÅŸtiremezsiniz.
— Sürekli hareket/devinim halindeki bir dünyayı sabit düşüncelerle anlayamaz ve geliÅŸtiremezsiniz.
— Karmaşık bir gerçekliÄŸi basite indirgeyen bir düşünme biçimiyle anlayamaz ve geliÅŸtiremezsiniz.
— Bir toplumsal gerçeÄŸi ancak topluma içeriden bakmak suretiyle ve kültürel özellikleri, nesnel ÅŸartları ve çatışma dinamiÄŸinin unsurları eÅŸliÄŸinde anlayabilir ve geliÅŸtirebilirsiniz.
— Bir toplumu, kendi mirasıyla baÄŸlarını tepeden dayatmalarla toptan koparttırmak suretiyle de, sadece ve sadece bu mirasa baÄŸlı kalıp sonuna kadar bütünüyle sürdürmeyi dayatarak da anlayamaz ve geliÅŸtiremezsiniz. Zira toplumların istikrarı için deÄŸiÅŸime, deÄŸiÅŸimi için de istikrara ihtiyaç vardır.
— Büyük tecrübeyle ÅŸekillenen bir gerçekliÄŸi tecrübeye dayalı olmayan bir akılla anlayamaz ve geliÅŸtiremezsiniz. Tecrübeye dayalı akıl, hatalarını meÅŸrulaÅŸtıran deÄŸil, ondan ders alıp düzelten akıldır.
— Çok büyük bir devinim ve artan bir karmaşıklık içinde, zorlu dengeler kurma arayışındaki bir toplumda taklit deÄŸil, yenilik unsuru deÄŸilsen, faal bir aktör olamazsınız. Sloganınız ÅŸu olmalı: “Gerçek genç, iÅŸte ben buradayım diyendir; babam böyleydi diyen deÄŸil”.
Munsif Marzuki, Tunus eski cumhurbaşkanı, düşünür, siyasetçi ve insan hakları savunucusu.
Henüz yorum yapılmamış.