Sosyal Medya

Güncel

Liberal demokrasilerin önlenemeyen düşüşü

İzmir Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Mehmet Merdan Hekimoğlu, Donald Trump’ın ABD’deki seçim zaferinin liberal demokrasiler açısından ne anlama geldiğini analiz etti.



8 Kasım’da yapılan seçimlerde Demokrat Partili rakibi Hillary Clinton’ı sürpriz bir ÅŸekilde geride bırakan Cumhuriyetçi Donald Trump, seçim kampanyasında kullandığı ayrımcı dil ve üslup nedeniyle, ABD’de düzenlenen gösterilerde binlerce kiÅŸi tarafından protesto edildi. Yer yer ÅŸiddet olaylarının yaÅŸandığı protesto gösterilerinde Trump için “‘Bizim baÅŸkanımız deÄŸil’ sloganları atıldı; onlarca gösterici polis tarafından gözaltına alındı.
 
Yeni baÅŸkanın seçim baÅŸarısı kendi ülkesinde olduÄŸu kadar bütün dünyada da büyük bir ÅŸaÅŸkınlık ve endiÅŸe yarattı. Trump’ın zaman zaman nefret suçu sınırlarında gezinen otoriter, ataerkil, ırkçı, cinsiyetçi, göçmen, Meksikalı ve Müslüman karşıtı söylemlerinin önümüzdeki dönemde Avrupa’ya da güçlü bir ÅŸekilde sirayet etmesi ve bunun genel olarak Batı’nın liberal demokrasilerinde ciddi, iç-sistemik krizlere yol açması bekleniyor. Aşırı sağın önlenemeyen yükseliÅŸi karşısında zaten zor günler yaÅŸayan Avrupa politik sisteminin artık bu büyük meydan okumayla bir an önce yüzleÅŸmesi ve hesaplaÅŸması gerekiyor. Bu hesaplaÅŸmanın küresel ölçekte yankı bulacak sonuçları, 21. yüzyıla damgasını vuracak sosyo-politik sistemin temel niteliklerini belirlemede tayin edici olacak.
 
GELÄ°R DAÄžILIMI VE YOKSULLUK
BaÅŸka faktörlerin yanında Trump’ın ve Avrupa’daki aşırı saÄŸ partilerin yükseliÅŸinde pür liberal, rekabetçi piyasa ekonomisine dayalı kapitalist sistemin yarattığı yoksulluk ve gelir dağılımı adaletsizliÄŸi büyük rol oynuyor. KüreselleÅŸme zaten sistemin doÄŸasında mevcut bulunan gelir dağılımı adaletsizliÄŸi problematiÄŸini ulusal ve uluslararası düzlemlerde daha da katmerli bir hale getirmiÅŸ durumda. Öyle ki Ä°ngiliz Yardım KuruluÅŸu Oxfam’ın küresel ölçekte gelir adaletsizliÄŸinin giderek arttığına vurgu yaptığı raporunda, 2016 yılında, dünyanın yüzde 1’lik nüfusuna karşılık gelen 70 milyon kiÅŸinin dünyanın geri kalan yüzde 99’undan (yaklaşık 7 milyar kiÅŸi) daha fazla servete sahip olacağı; 62 “süper zenginin” toplam servetinin ise dünya nüfusunun en fakir olan yarısının servetinden daha fazlasına karşılık geleceÄŸi ifade ediliyor. (Milliyet, 18 Ocak 2016) Ãœstelik gelir dağılımı adaletsizliÄŸi, iÅŸsizlik ve yoksulluk dünyanın sadece geliÅŸmekte olan görece küçük ekonomileri bakımından geçerli bir sorun olmanın ötesine çoktan geçmiÅŸ durumda. Yani dünyanın büyük ve geliÅŸmiÅŸ ekonomileri de doÄŸrudan bu sorunların girdabına girmiÅŸ bulunuyor. Öyle ki dünyadaki yoksul nüfusun yarısından fazlasının dünyanın en büyük 20 ekonomisi olarak kabul edilen G20 ülkelerinde yaÅŸadığı ve eÅŸitsizliÄŸin bu ülkelerde artmasının onların ekonomik büyümeden yararlanmasını engellediÄŸi öteden beri bilinen bir gerçeÄŸi oluÅŸturuyor. (157 Oxfam Briefing Paper, 19 January 2012)
 
ORTA SINIFIN ÇÖKÜŞÜ
Sermayenin kâr maksimizasyonunu sağlamak için emeğin ve hammaddenin ucuz olduğu ülkelere büyük ölçeklerde yönelmesine ilave olarak üretim sürecinde teknolojinin ve otomasyonun giderek daha yoğun bir şekilde kullanılması, Batı ülkelerindeki işsizliği ve yoksulluğu yaygınlaştırmış, orta sınıf büyük bir ontolojik darbe almıştır. Siyaset, ideoloji, ekonomi ve sosyoloji arasındaki kadim doğrusal, organik ilişki göz önünde bulundurulduğunda öncelikle ifade edilmelidir ki demokratik rejimlerin esas toplumsal dayanağı orta sınıftır. Orta sınıfın zayıfladığı büyük oranda alt ve üst sosyolojik sınıflardan oluşan dikotomik bir toplumsal kompozisyonda -merkezin gücünü yitirmesi üzerine- politik ve sosyal anlamıyla çevrede (periferide) konumlanan radikal (merkezkaç) bazı siyasi akımların ve söylemlerin kitlesel olarak toplumsal destek bulmasına şaşırmamak gerekir.
 
Büyük ideolojik anlatıların SoÄŸuk SavaÅŸ’ın sona ermesiyle birlikte anlamını büyük ölçüde kaybettiÄŸi postmodernist bir çaÄŸda; etnik köken, din ve mezhep gibi kadim geleneksel kimlikler üzerinden yükseliÅŸe geçen mikro-milliyetçi dalga sosyolojik bünyeye zaman içerisinde daha fazla nüfuz etmeye baÅŸlamıştır. Politikaları ve temel meselelere yaklaşımları esas itibarıyla benzeÅŸmeye baÅŸladığı için klasik saÄŸ ve sol ideolojik ayrıma dayalı konvansiyonel siyasi yelpaze eski anlamını ve önemini büyük ölçüde yitirmiÅŸtir. Anayasal vatandaÅŸlığa dayalı ulusal kültür içerisindeki alt kültürel deÄŸer ve kimliklerin  kolaycı, indirgemeci, yüzeysel ve popülist bir anlayışla  politize edilerek pratik politikanın merkezine konulması üzerinden demagojik bir siyaset yapma tarzı ön plana çıkmıştır. Aşırı saÄŸ geniÅŸ bir toplumsal taban bulmuÅŸ, globalleÅŸmeden nefret eden içe kapanmacı (izolasyonist) siyasi eÄŸilimler güçlenmiÅŸ, çatışmacı kimlik siyaseti yaygınlaşıp zirve yapmıştır. Trump’ın baÅŸkanlık seçimlerini rakibinin kazanması halinde seçimi tanımayacağını, kendisini adeta mahkeme yerine koyarak baÅŸkan olduktan sonra Clinton’ı hapse atacağını ve milyonlarca göçmeni topluca sınırdışı edeceÄŸini söylemesi örneklerinde de açıkça görüldüğü üzere demokrasinin ve hukukun temel ilkeleri kolayca reddedilebilmiÅŸtir. Eski DoÄŸu Bloku ülkelerinden gelen ucuz iÅŸgücünün, iÅŸlerini ellerinden alacağını düşünen Fransız seçmenlerin “Polonyalı muslukçu sendromu” üzerinden AB Anayasasını referandumda reddetmesini; Macaristan, Polonya, Avusturya ve Fransa baÅŸta olmak üzere neredeyse bütün Avrupa kıtasında yabancı düşmanı ve göçmenlik karşıtı, ırkçı partilerin iktidara doÄŸru hızlı yükseliÅŸini, Ä°ngiltere’nin Avrupa BirliÄŸi’nden referandumla ayrılma (Brexit) kararını ve son olarak salt demagojik popülist söylemlerle Trump’ın baÅŸkanlık seçimlerini kazanmasını yine bu kapsamda yer alan diÄŸer örnekler olarak zikretmek mümkün.
 
KÜRESEL ÇATIŞMA RİSKİ
II. Dünya Savaşı ve SSCB’nin liderliÄŸindeki DoÄŸu Bloku’nun çöktüğü 1990 yılından itibaren Nazizm, Stalinizm ve FaÅŸizm gibi sol ve saÄŸ totaliter diktatörlük rejimlerine karşı serbest piyasa ekonomisinin, özgürlükçü demokrasinin ve insan haklarının zaferini ilan eden “Hür Dünya Cephesi”, kendi dâhili bünyesinde büyük bir sarsıntı içerisine girmiÅŸ durumda. Francis Fukuyama 1992 yılında yayınlanan “Tarihin Sonu ve Son Ä°nsan” baÅŸlıklı kitabında, komünist alternatifi yenmesi baÄŸlamında Batı medeniyetinin ürünü olan piyasa ekonomisi ve liberal demokrasinin insanlığın sosyo-kültürel evriminde ulaÅŸabileceÄŸi en ileri aÅŸama ve insan yönetiminde “nihai form” olduÄŸunu ileri sürmüştü. Tarihin sonuna ulaşılmış ve artık bundan böyle bütün insanlığın ebediyen takip edeceÄŸi yegâne yol belli olmuÅŸtu; bunun ötesi ve alternatifi düşünülemezdi. Ancak Batı eksenli bu iddialı tezin üzerinden daha birkaç on yıl bile geçmemiÅŸ olmasına raÄŸmen ABD ve Avrupa’daki içe kapanmacı, ırkçı, otoriter, yabancı düşmanı, Ä°slamofobik, etnik/dinsel açıdan ayrımcı, dışlayıcı ve çatışmacı yaklaşımların büyük güç kazanması, maÅŸeri ÅŸuur ve vicdanlarda korkunç bir belirsizliÄŸe ve kaygıya neden oluyor. Ãœstelik kültürel açıdan farklı olana karşı Batı’daki bu negatif tavır ve tutumlar diyalektik yasaları gereÄŸi dünyanın farklı coÄŸrafyaları ve kültürel havzalarında karşıtlarını yaratıyor; geleneksel kimliklere dayalı derin fay hatlarında güçlü sarsıntılar oluÅŸturuyor; Batı’daki önyargıları da besleyecek ÅŸekilde terörist birtakım faaliyetlere zemin hazırlıyor; kültürlerarası küresel çatışma riski ve tehlikesini artırıyor.
 
Günümüzdeki Batı adeta II. Dünya Savaşı öncesi dönemi yeniden yaşıyor. I. Dünya Savaşı sonrasında dayatılan ağır savaÅŸ tazminatları ile bazı devletlerin istediklerini alamamaları nedeniyle ortaya çıkan hayal kırıklıkları, 1929 Dünya Ekonomik Kriziyle birleÅŸince “yönetemeyen demokrasilerle” idare edilen pek çok istikrarsız kapitalist devlet düzeninin kitlesel iç memnuniyetsizliÄŸin girdabında kolayca faÅŸizmin kucağına savrulmuÅŸ olması örneÄŸinin günümüz için de uyarıcı olması gerekiyor. FaÅŸizm, geliÅŸmiÅŸ kapitalist devlet düzenlerinin ekonomik kriz dönemlerinde ortaya çıkarmış olduÄŸu totaliter bir diktatörlük rejimidir. Henüz pre-kapitalizmin ya da feodalizmin egemen olduÄŸu bir sosyo-ekonomik yapıdaki otoriter yönetimler siyaset bilimi literatüründe faÅŸizm baÅŸlığı altında tasnif edilmez. Bu baÄŸlamda kapitalist devlet düzenlerindeki liberal demokrasilerin üzerinde “Demokles’in Kılıcı” gibi sallanan faÅŸizm belasının yeniden sisteme musallat olmasını engellemek bakımından -1970’lerden itibaren egemen paradigma olarak- gittikçe sekter bir anlayışla uygulanan pür küreselleÅŸmeci, neo-liberal politikaların ulusal ve uluslararası ölçeklerde geliÅŸtirilecek güçlü sosyal politikalarla kombine edilmesi büyük önem arz ediyor. Ä°ÅŸsizliÄŸi önlemek, gelir dağılımı adaletsizliÄŸini azaltmak, sosyal devleti canlandırmak ve orta sınıfın yeniden güçlendirilmesini saÄŸlamak amacıyla devletlerin maliye ve para politikalarına müdahale etmesine dayalı Keynesgil model önümüzdeki dönemin makroekonomik politika tercihleri bakımından tekrar yol gösterici olabilir.
 
PROF. DR. MEHMET MERDAN HEKÄ°MOÄžLU - KARAR
 

Henüz yorum yapılmamış.

* İşaretli tüm alanları doldurunuz.