'Nefreti nasıl törpüleyeceksiniz?'
Hacettepe Üniversitesi Göç ve Siyaset Araştırmaları Merkezi Müdürü Doç. Dr. Murat Erdoğan'a göre, Suriyelilere vatandaşlık verileceği açıklaması, Türkiye'nin sonunda gerçekle yüzleştiğinin göstergesi. Ancak Erdoğan, "Son günlerde ortaya çıkan nefret söylemi hepimizi yakıp kavuracak bir ırkçılığa doğru götürüyor" diyor. Erdoğan verilen kararla riskli bir sürece girildiği görüşünde. Bunların başında da katlamalı göçlerin hedefi haline gelmek var.
Hacettepe Üniversitesi Göç ve Siyaset Araştırmaları Merkezi (HÜGO) Müdürü Doçent Dr. Murat Erdoğan'a göre, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, Türk toplumu hazırlanmadan vatandaşlığı gündeme getirdi. Gösterilen tepkinin altında ise, 'ekmeğin bölüşülmek istenmemesi' yatıyor. Murat Erdoğan'a göre, uyum sağlamadan vatandaşlığa almak, her iki taraf için de ciddi riskler taşıyor. Türkiye halkının Suriyelilerin vatandaşlığa alınmasına destek vermediğini belirten Erdoğan, Suriyelilerin ise bu kararla siyasetin enstrümanı haline getirildiğini savunuyor.
Suriyelilerin Türkiye'ye uyumu konusunda bugüne kadar yapılanlar yeterli miydi?
Çok net, değil. Türkiye bir uyum politikası yapmadı zaten. Sadece Suriyelilerin belirli bir süre Türkiye'de yaşamalarını sağlayacak önemler alındı. Sağlık hizmetlerine erişim, çocukların okula gitmesi ya da çalışma hakkı gibi parçalı düzenlemeler yapıldı. Türkiye'nin hiçbir şekilde kapsamlı bir uyum politikası olmadı. Çünkü, Cumhurbaşkanının 2 Temmuz'da yaptığı açıklamaya kadar ülkelerine geri dönecekleri üzerine hesap yapılıyordu, politikalar da bunun üzerineydi. Böyle düşünürseniz o zaman uyum politikası da yapmazsınız. Şu anda Türkiye'de vatandaşlık tartışmasının biraz da absürt olmasının sebebi bu. Uyum politikası olmaksızın doğrudan vatandaşlığa geçmek gibi bir şeyden sözediyoruz, bu da gayet sıkıntılı bir şey.
Türkiye'nin Suriyeliler için yaptığı tanım 'geçici koruma altındaki misafirler'di. Bu statüleri içerisinde Suriyelileri uyumlaştırmak mümkün müydü?
Türkiye 1951'deki Cenevre Anlaşması'na bir coğrafi çekince koydu. 'Ben, sadece Avrupa'dan gelenlere mültecilik hakkı veririm, Avrupa'dan gelmeyenlere mültecilik hakkı vermem, sadece geçici olarak kalma hakkı veririm, sonra da giderler' dedi. Resmi politika bu. Yıllardır Avrupa Birliği, BM Türkiye'ye bu konuda baskı yapıyor, 'bu kuralı değiştirin bunlara mülteci hakkı verin' diyor. Biz bunlara günlük hayatta mülteci diyoruz ama bunlar mülteci değil.
"Türkiye illegal göç yolu olarak cazip hale gelecek"
Peki, Türkiye niye mülteci hakkını vermiyordu? Diyordu ki, 'ben bunlara mülteci hakkı verirsem, bu bölge çok istikrarsız, burası bir mülteci cennetine dönüşür. Biz bu işi kontrol edemeyiz.' Ama şimdi yapılan? Vatandaşlık verirseniz, Türkiye'yi illegal göç yolları bakımından öyle cazip bir hale getireceksiniz ki, başka türlü katlamalı göçlerin hedefi haline gelecek.
Geçici koruma statüsü altında uyumlu hale getirilebilir mi?Aslında, Türkiye bir çok ülkede mülteci statüsünde olanlara bile verilmeyen hakları tanıdı. Sağlık hizmetlerine eğitime ücretsiz ulaşabiliyorlar, işlemese de çalışma hakkı tanındı falan.
Ama bu çocukların eğitimini niye Arapça yaptık biz? Cevabı yok. Uyumu düşünmediğimiz için. Biz, nasılsa bunlar kendi ülkelerine dönecekler diye düşündüğümüz için böyle oldu. Üniversite hocaları geldiler, bir çoğu yurtdışına kaçmak zorunda kaldı. Çünkü, yer bulamadılar kendilerine, Türkiye 'biz bunları çalıştıramayız' dedi.
"Stratejik karar verilemedi"
Uyum konusunda geçici koruma statüsü altında bile bununla ilgili bir süreç gerçekleştirilebilirdi. Sadece stratejik bir karar verilemedi Türkiye devleti tarafından. O karar nihayet geldi ama o karar da olabilecek en radikal şekilde geldi. Uyum olmaksızın vatandaşlığa geçmek gibi bir süreç dünyanın başka bir yerinde yok.
Dünyanın başka yerinde yoksa biz yapamaz mıyız? Yapabiliriz tabii ki. Ama bunun hazırlığını yapmamız lazım. Bu hazırlık olmazsa siz bu göçü iyi yönetemezsiniz. Son dönemde çok kullandığım bir cümle var: Göç ne iyi ne kötü bir şey. Eğer iyi yönetirseniz bu size katkı sağlar, ama kötü yönetirseniz başınıza bela olur. Şu anda tam böyle bir süreç yaşıyoruz.
Geçici koruma statüsünün yetersiz olduğunu, aslında mültecilik hakkının tanınması gerektiğini defalarca söyledim. Ama Türkiye devleti buna sürekli karşı çıktı. Hatta bizim bu konularda konferanslarda konuşmamızın rahatsızlık yarattığını ben çok iyi biliyorum. Şimdi birden bire vatandaşlıktan söz ediliyor. İkisi arasında müthiş bir uçurum var. Dolayısıyla ister geçici koruma statüsü, ister mültecilik olsun belirli bir süreç takip edilebilirdi.
Türkiye, 'geçici olarak burada kalacaklarını düşünüyordu' dediniz. O halde şimdi vatandaşlıktan bahsediliyor olması 'kalıcı' olduklarının kabulü anlamına mı geliyor?
Aynen. Bu gerçekle yüzleşmek anlamına geliyor. Kısa bir süre önce Burhan Kuzu Avrupalılarla vizenin konuşulduğu dönemde bir açıklama yaptı. 'Eğer vizeyi kaldırmazsanız doldururuz otobüslere göndeririz size' dedi. Hatta 'üzerinize salarız' dedi. Bunu söyleyen kişi, herhangi birisi değil. Meclis'te milletvekili, Cumhurbaşkanı Başdanışmanı...
"Türkiye'nin konsantrasyonu Suriye'deki rejim üzerineydi"
Dolayısıyla, Türkiye'de kamu kurumları da, siyasetçiler de bugüne kadar hep bunların geri gönderilmesi üzerine düşündüler. Bunun da önemli bir sebebi var. Türkiye bütün konsantrasyonunu Suriye'deki rejim üzerine verdi. 'Esad giderse sorun kendiliğinden çözülecek, bunları da geri göndereceğiz' diye düşünüyordu.
Mesela, Türkiye'deki Suriyeli çocukların eğitimi için geçici eğitim merkezi denilen merkezler açıldı. Burada eğitim dili Arapça. Çocukların okudukları kitaplar eski Suriye kitapları. Bunlar, bu çocukların da geri döneceği üzerine yapılan hesaplardan kaynaklanıyordu. Bu hesaplarda yanıldık. Aslında bunlara vatandaşlığı vereceğiz demek, gerçeği kabul etmek, tamam bunlar kalıyorlar demek. Ama bu konuda epey gecikildi. Çünkü bunların kalıcılığı son üç yıldır zaten net bir şeydi. Türkiye bu konuda kendince direndi.
Önce uyumlaştırma sonra vatandaşlık vurgusu yapıyorsunuz. Neler olmalıydı o süreçte?
Rahatlıkla söyleyebilirim, vatandaşlık o kadar kutsadığım bir şey değil. Bugün Avrupa Şampiyonası yapılıyor Amsterdam'da. Türkiye formasıyla koşanlara bir bakın bakalım neresi Türk? Ama 'tamam' diyoruz. Vatandaşlık dediğimiz şey eninde sonunda bir enstrüman. Ulus devletlerin kendi insanına verdiği bir koruma kalkanı. Siz bunu farklı insanlara da verebilirsiniz. Almanya'da 1.5 milyon Türk, Alman pasaportuyla dolaşıyor.
Dolasıyla bunu öyle kutsal bir çerçevede değil, daha gerçekçi bir zeminde tartışmak lâzım. O gerçekçilik de şu: Vatandaş dediğiniz kişi, ülkenizin geleceği hakkında karar verme yetisine sahip insan olmalı. Bu insanları o ülkenin geleceğine karar verme süreçlerine dahil ederken, birincisi o insanları ne kadar uyumlaştırdınız ona bakmanız lazım, ikincisi toplumun geri kalanının da buna nasıl baktığına bakmanız lazım.
Dünyanın en belirgin göç ülkelerinden birisidir Kanada. Kocaman bir ülkedir, azıcık bir nüfusları vardır, yanlış bilmiyorsam 30 milyon civarında. Kanada bile 20 bin Suriyeli aldı ama 'hemen vatandaşlık vermiyorum' dedi. Gitmeyeceklerini bile bile. 'Ben 3 sene, 5 sene bunları kontrol edeceğim, uyum kurslarına alacağım, eğer bunda belirli bir seviyeye gelirlerse vatandaşlık vereceğim' dedi. Niye bunu söylüyor? Çünkü o insanların o ülkenin geleceğine karar verecek duruma gelmesi için çıta koyuyor ortaya. Bu çıtayı her ülke gayet doğal bir biçimde koyar.
"Ülkelerin belirli bir göç politikalarının olması lazım"
Olay sayılarla ilgili bir şey değil. Ülkelerin belirli bir göç politikalarının olması lazım. Aksi halde, o insanların o topluma getireceği katkıdan çok daha fazla toplumda başka türlü gerilimler olur, bunun da yaratacağı başka sakıncalar olur.
Ne yapılması gerektiğine gelince. Bir kere dil öğrenimi olağanüstü önemli bir şey. Bugün Türkiye'deki Suriyeli okul çağındaki çocukların sayısı yaklaşık 900 bin. Bunun 500 bini 4 - 5 senedir okul görmüyor. Geri kalan çok büyük bir bölümü Arapça eğitim görüyorlar. Peki bu çocuklar ilerde vatandaş olduklarında ana dilde eğitimi nasıl düşüneceksiniz? Türkiye'ye uyumlarını nasıl sağlayacaksınız? Hiç bu konuları düşünmeden 'vatandaşlık verelim, üç dört senedir de buradalar, hadi bu olay bitti' demek çok anlamsız bir şey.
Şöyle bir gerekçe var, bunu ben de daha önce söylüyordum: Almanya'nın coğrafyası Türkiye'nin yarısı kadar. Almanya'daki nüfus Türkiye'den daha fazla, 85 milyon civarında. Matematik hesabı yaparsanız, Türkiye coğrafyası 100 - 150 milyonu daha kaldırır.
Cumhurbaşkanı da aynı hesabı yapıyor.....
Korkarım o hesap benden alındı ama neyse....Biz Türkiye'nin nüfusunu 100 milyon mu yapmak istiyoruz? Açalım kapıyı 'nereden geliyorsanız buyrun gelin kardeşim' diyelim. Böyle birşey olabilir mi? Hangi ülke bunu yapar? Neden Almanya, İngiltere, Hollanda, Fransa insanların gelmesine direniyor biz neden kucağımızı açıyoruz? Bu sadece duygusal gerekçelerle açıklanabilecek bir şey mi?
"88 senede gelen göçmen sayısı 2 milyon"
Cumhurbaşkanının söylediği şeylerden biri de 'Ahıska Türkleri geldi onları yerleştirdik, ne var bunda?' Tamam da sayılara bir bakın bakalım, sayılar ne? Ahıska Türklerinden kaç tane geldi? Türkiye Cumhuriyeti tarihinde Suriyeliler gelinceye kadar, 88 senede, 1923 - 2011 arasında gelen toplam göçmen/ mülteci sayısı 1.8 ile 2 milyon arasında. Ve bunları daha başından yerleştirmeye tabi tutup yerleştirmişsiniz. Bu gelenler zaten Türk soylu, Türkçe biliyorlar. Tabii ki bu katkı sağladı Türk toplumuna. Ama şu an karşı karşıya kaldığımız durum çok daha farklı özellikler taşıyor.
Güvenlik boyutu var, Suriye ile ilişkiler var. Bütün bunları gözardı ederek, bir anda vatandaşlık, çok üst bir çıta ve bu konuda toplumun geri kalanın ikna edilmesi lazım.
Oraya geleceğim ama şuradan devam edelim....Bir yanda, Suriyelilere oy deposu muamelesi yapıldığı yönünde bir görüş var. Öte yanda da, vatandaşlık hakkı ile siyasi katılımın otomatik olarak gelmesi dolayısıyla 'siyasetin parçası olurlarsa uyum daha kolay olur' görüşü de var. Ne dersiniz?
Buradaki sıkıntı şu: Tabii ki bu hamlenin bir oy hesabı var. Bunun olmaması mümkün değil. Çünkü eninde sonunda Türkiye'deki 3 milyon Suriyelinin içinde yaklaşık olarak 1.5, 1.6 milyon oy kullanma yaşında insan var. 3 sene sonrasını düşünürseniz bu sayı 2 milyona yaklaşacak. Türkiye'deki toplam oyun yüzde 4'ünü buluyor bu sayı. Dolayısıyla, Türkiye'de kaç tane parti var yüzde 4 oy alan? Bu insanların hangi partiye oy vereceklerini üç aşağı, beş yukarı kestirebilirsiniz. Muhalefetin de buna itirazlarını bir noktaya kadar anlamak mümkün. Ama muhalefete aynı zamanda şunu sormak lazım: Siz bugüne kadar ne ürettiniz Suriyelilerle ilgili? Sizin politikanız ne? Sıfır. Orası daha facia bir durumda.
İkincisi, 'biz bunlara vatandaşlık verirsek uyumları daha kolay olur' yaklaşımı...Sadece Türkiye'de değil, yurtdışında da göç olayları ve entegrasyon süreçleriyle ilgili çalışıyoruz. Uyumun önemli bir parçası vatandaşlıktır ve o insanların o ülkeye aidiyet duymasını, ülkeye katkı sağlamasını daha da kolaylaştırır. Ama bunun daha Türkiye'ye bir kaç sene önce gelmiş, Türkçeyi hiç bilmeyen, nitelik itibariyle de çok fazla katkı sağlaması beklenemeyen insanlara verilmesinin, onların bilincini artırmasıyla bir ilgisi olamaz.
"Doktorları, mühendisleri alacağız hikaye"
'Doktorlar, mühendisler vs var onları alacağız' deniyor. Bir kere bu hikaye, böyle bir şey yok. Varsa da çok az. Diyelim ki, 60 yaşında yalnız bir kadın var. Savaştan kaçmış, hiç kimsesi yok, okur yazar da değil. Peki bu kadına neden vatandaşlık vermeyeceksiniz? Vermek zorundasınız. Aksi takdirde bu tam bir discrimination (ayrım/ fark gözetme) olur.
Vatandaşlık uyumun tek parçası değil. Almanya'daki Türklerin yarısı bile vatandaş değil ama toplumun bir parçasılar artık ve o toplumda çok önemli şeyler yapıyorlar. Mesela yerel yönetimlere oy kullanabiliyorlar. Belirli süreçlerin ardından da vatandaş oluyorlar. Almanya'daki bir insanın vatandaş olabilmesi için 8 yıl boyunca o ülkede çalışmış, vergi ödemiş, suça bulaşmamış olması lazım. Ardından vatandaşlığa başvurma hakkı oluyor. Onu bile şartlı getiriyor, 'eğer Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığından çıkarsan veririm sana bunu' diyor. Almanlar kafayı mı yedi niye böyle yapıyorlar? Bir planlama yapıyorlar. Kendi toplumunun tepkilerini de bir noktada sınırlamaya çalışıyor.
"Nefreti nasıl törpüleyeceksiniz?"
Bu son günlerde ortaya çıkan nefret söylemi hepimizi yakıp kavuracak bir ırkçılığa doğru götürüyor. Bu basit bir şey değil ki. "Vatandaşlık verirsek onları uyumlaştırırız." Peki diğerlerinin nefretini nasıl törpüleyeceksiniz? Onunla ilgili politikanız nedir? Bu kadar kısa sürede vatandaşlık verip "Sonra bunların uyumu daha kolay olur" demek bana oldukça gerçek dışı geliyor.
"Hani ensardık biz?"
Hükümet kalifiye olan Suriyelilere vatandaşlık verileceğine vurgu yapıyor. Bu seçmece bir vatandaşlık yaklaşımı değil mi? Ya da kalifiye olmayanı almamak ama Türkiye'de kalmasına izin vermek kayıtdışına itmek demek değil mi?
Tabii ki böyle bir seçmece tavır vicdani ve ahlaki değil. Bir sürü duygusallık yapıyoruz, 'şöyle kucağımızı açtık, böyle kucağımızı açtık' ondan sonra 'iyileri alacağız' diyoruz. Hani ensardık biz? (Vatandaşlığı) tamamen enstrümantal hale dönüştürmüş oluyorsun. En çok eleştirdiğin Almanya'nın, İngiltere'nin, Kanada'nın yaptığını kendin yapmış oluyorsun. Burada bir ilkesizlik var bir kere bu bir.
"Çalışma izni için başvuru sayısı sadece 5 bin"
İkincisi kalifiye olanlarla ilgili olarak, Türkiye Cumhuriyeti 15 Ocak'tan itibaren 'Size çalışma hakkı veriyorum buyrun çalışın' dedi. Bugüne kadar gelen başvuru sayısı sadece 5 bin. Çünkü nitelikli olan ve çalışabilecek durumda olan çok fazla insan da yok. Burada biraz toplumun gazını almakla ilgili bir açıklama bu.
Türkiye'de niteliklilerin oranı oldukça düşük. Bu konuda seçmece bir şey yapılacaksa da elimizdeki malzemenin oldukça sınırlı olduğunu unutmayalım. Eğer öyle olmasaydı bugün bir çok alanda bu insanlar çalışırdı. Nerede çalışıyor bu insanlar bir bakın bakalım? Tarımda, inşatta, geçici işlerde çalışan ve olağanüstü düşük ücretler alan, resmen sömürülen insanlar var karşımızda. Bu işin biraz propaganda kısmı.
Ama şöyle bir şey var. Türkiye'de bugüne kadar doğan 200 binin üzerinde Suriyeli bebek var. Bu bebeklerin vatanı yok. Suriye vatandaşı da, Türkiye vatandaşı da değiller. Uluslararası anlamda da 'haymatlos' deniliyor zaten. Bu çocukların vatandaşlığı eninde sonunda gerçekleşmeli. Ama bunun da süreçleri olması lazım. Bu da önemli bir şey. Çünkü siz o çocuğu tek başına vatandaşlığa almıyorsunuz. O çocukla birlikte annesini, babasını, kardeşini alıyorsunuz. Dolayısıyla 200 bin çocuk çarpı 5 demeniz lazım. O zaman zaten 1 milyona çıkıyorsunuz. Bazı açıklamalar var, 'hepsini almayacağız, 300 binini alacağız'. Bu hesabı kim nasıl yapıyor, neye göre yapıyor anlamıyorum. Böyle bir şey yapılamaz. Siz bir insanı aldınız vatandaşlığa karısını, çocuğunu almayacak mısınız?
Başında bulunduğunuz merkezde araştırmalar yapıyorsunuz. Bugüne kadar Suriyelilere vatandaşlık verilmesi konusunda yaptığınız bir araştırma var mı?
Tabii.
Nedir çıkan sonuç?
Maksimum yüzde 10 destek veriliyor. Yaptığımız araştırmada yüzde 1.7 'evet bunlar vatandaşlığa kesinlikle alınmalı' diyor. Yüzde 6 civarı 'alınabilir' diyor. Kalanı tamamen reddediyor. Yapılan bütün araştırmalar bunu gösteriyor.
Neden istemiyor Türk halkı?
Vatandaşlık sizin ekmeğinize ortak olmak anlamına geliyor da ondan. Bu, dünyanın her yerinde böyledir. Tipik göçmen ülkeleri Amerika, Yeni Zellanda, Avusturalya da bile insanlar bir anda ülkenin kaderini değiştirecek sayıda insanların gelmesini ve vatandaşlığa alınmalarını tedirginlik olarak görüyor. Bir de, Türk toplumu kültürel olarak da o kadar yakın görmüyor Suriyelileri. Biz de o konuda romantik bir hava var 'komşularımız, kardeşlerimiz falan..' Öyle bir şey yok.
Çanakkale Savaşı'nda cephede birlikte savaşma.....
Şimdi onu buldular bir yerden. Bir panik hali var gerekçe üretelim diye. Türkiye'de yabancıların mülkiyet edinme imkanı var. Ama sadece Suriyeliler Türkiye'den mülk edinemiyor, bunu biliyor musunuz?
Suriye ile bizim Hatay'dan kaynaklanan Cumhuriyetin kuruluşundan bu yana sorunumuz var. 'Esad kardeşimiz' döneminin haricinde PKK'nın orada yuvalanması, Keban Barajı gibi konularda hep Suriye ile çatışma içinde olduk. Hala Suriye'nin bir çok haritasında Hatay kendilerinde gibi görünür. Onun için Türkiye Cumhuriyeti 1930'larda Suriyelilerin Türkiye'de toprak edinmesine rezerv koymuş durumda. Zamanı geçmiş bir endişe ama Türk devleti bir İsrailleşmeden endişe etmiş o dönemde. Şimdi birden bire diyorsun ki 'ama Çanakkale'de de birlikte savaşmıştık'. Madem birlikte savaşmıştık, neden Türkiye'de mülk edinmesine izin vermiyorsun?
Daha önce bazı adımlar atılmadan vatandaşlık verilmesinin zarar vereceğini söylediniz. Ne gibi zararlardan bahsediyorsunuz?
Türkiye'de dünyanın hiç bir yerinde olmayacak bir toplumsal kabul düzeyi vardı Suriyelilerle ilgili. 3 milyon insan gelecek, 5 yıl boyunca yaşayacak, istedikleri yere gidecekler, kimse bunları kontrol edemeyecek, buna rağmen toplum buna bir tepki göstermeyecek. Ben bunu 'kırılgan bir toplumsal kabul' olarak görüyorum. Ama yüksek bir toplumsal kabul. İşin içine birden bire vatandaşlık girdiği zaman insanların tepkileri anında fark etti. Bunu basında görüyorsunuz. Doğal olarak Erdoğan taraftarları bu konuda seslerini çıkarmıyorlar ama bire bir konuştuğunuz da onların da rahatsızlıklarını ve tedirginliklerini görüyorsunuz.
Bir hazırlık yapılmaksızın birden bire Suriyeliler aslında siyasetin bir enstrümanı haline dönüştürülmüş oluyorlar. Bu çok üzücü bir şey. Onun için en büyük zararın onlara olduğunu düşünüyorum. Dolayısıyla bugüne kadar 'yardıma ihtiyaçları var, destek olalım' diyen insanlar birden bire 'yok kardeşim ne işleri var burada, orada savaş var bunlar burada, korkak bunlar kaçtılar buraya geldiler bize mi faydaları olacak' demeye başladılar. Bu bir iletişim stratejisi gerektiriyor. Toplum hazırlıksız bir biçimdeyken, hiç bu konu gündemde değilken, daha bir ay öncesinde hepsini Avrupa'ya göndereceğiz derken, birden bire 'vatandaş yapıyoruz iyi bir şey' dediğiniz anda toplumun bu konudaki tepkilerinin de Suriyelilere yansıması çok yüksek. Bunun da bir kaç örneğini son bir hafta içinde gördük.
Ayrıca güvenlik boyutu...Bir anda o kadar kontrolsüz bir biçimde 3 milyon insan geldi ki, bunların içinde kimlerin olduğunu hiçbir şekilde neredeyse bilmiyoruz. Yeniden bir kayıtlama sistemi başlattılar. Böylece biraz daha istihbarat örgütleri devreye girecek. Bunlar sakıncalı mı, değil mi anlaşılacak. Şu an elimizdeki veriler o kadar zayıf ki böyle bir hamleye giriştiğimizde bu insanların çocuk sayısını bile bilmiyoruz. Hepsi beyana dayalı olan bilgiler var elimizde. 3 çocuğum var diyor 3 yazıyorsun. 8 diyor 8 yazıyorsun. Diyor ki, benim 2 çocuğum Ürdün'de, biri Suriye'de, diğeri bilmem nerede. Öyle yazıyorsun çünkü elinde bununla ilgili veri yok. Bununla ilgili sağlam bir veri tabanı oluşturmadan böyle bir işe girmenin de başka riskleri olacak.
Kaynak: Al Jazeera
Henüz yorum yapılmamış.