Sosyal Medya

MÜSLÜMAN BENLİK VE ŞAHSİYET DÜŞÜNCESİ

İslamî bilgisi asgari düzeyde olan bir insanın bile yanında ‘ben’ diye söze başlarsanız, onda oluşacak ilk tepki şudur: Benlik Allah’a mahsustur! Müslüman ahlakı ‘ben’ dilinden pek hoşlanmaz. ‘Ben’i öne çıkartan söylemi şeytana atfeder. Çünkü benlik gurur, kibir, büyüklenme, enaniyet ve egoizm tavrı içerir.



 

Röportaj: Yunus Polat

 

 

‘Benlik/Åžahsiyet’ kavramının kendisi ve çaÄŸrışımı ile aranız nasıl? Bu kavramdan ne anlamalıyız?

Bismillahirrahmanirrahîm.

Åžahsiyet kavramıyla ve çaÄŸrışımlarıyla aram iyidir. Benlik teriminin etimolojisinde de bir sorun yok ama aramızın iyi olmamasını gerektirecek ÅŸaibeli çaÄŸrışımları mevcuttur. Bu iki sözcük arasında bir ara bölge belirlememiz gerekmektedir. Åžahıs ve ÅŸahsiyet kelimeleri olumlu anlam içermektedir. Åža-ha-sa fiili yüksek olmak, (“ok yükseÄŸe gitti”), ‘iri’ gibi anlamlara gelmektedir. Arap dilinde ÅŸahıs, “yüksekliÄŸi ve görünüşü olan ÅŸey” diye tanımlanmaktadır. Åžahsiyet’in Türkçedeki karşılığı ise ‘kiÅŸilik’tir. KiÅŸilik, bir kimsenin kendisine özgü belirgin özellikleri, manevi ve ruhi özelliklerinin bütünü demektir. TeÅŸhis sözcüğü, daha çok tıpta ve adliyede kullanıldığı biçimiyle, tanınması zor bir kiÅŸiyi, ona ait ÅŸahsi bilgilerden hareketle tanıma, bilme iÅŸidir. Ä°ÅŸte, insanın bedensel özellikleri gibi, kiÅŸiliÄŸini baÅŸkalarından ayırt eden ruhi-fıtri özelliklerine de kiÅŸilik/ÅŸahsiyet denmektedir.

Şahıs ve şahsiyet kelimeleri Türkçede olumlu çağrışımlara sahiptir.

 

Ben ve benlik kelimelerinde ise durum farklıdır. Ä°slamî bilgisi asgari düzeyde olan bir insanın bile yanında ‘ben’ diye söze baÅŸlarsanız, onda oluÅŸacak ilk tepki ÅŸudur: Benlik Allah’a mahsustur! Müslüman ahlakı ‘ben’ dilinden pek hoÅŸlanmaz. ‘Ben’i öne çıkartan söylemi ÅŸeytana atfeder. Çünkü benlik gurur, kibir, büyüklenme, enaniyet ve egoizm tavrı içerir. Bu ‘tepki’ yersiz de deÄŸildir hani. Çünkü ‘ben’ diye söze baÅŸlayan ve kendi yaratılışını daha üstün bulduÄŸu için secde etmeyen Ä°blis örnekliÄŸi söz konusudur. Enaniyetle, Müslüman tevazusu bir arada bulunmaz.

Bununla beraber, her ‘ene’ (ben) ile baÅŸlayan söz de ‘benlik’/enaniyet davası deÄŸildir. Esas olarak ÅŸu hususa gelmek istiyorum: ‘Ben’, kiÅŸiyi öbür varlıklardan ayıran bilinç demektir. TDK sözlüğünde ‘ben’, bir kimsenin kiÅŸiliÄŸini oluÅŸturan temel öğe, ego; ‘benlik’ ise, bir kimsenin öz varlığı, kiÅŸiliÄŸi: onu kendisi yapan ÅŸey ÅŸeklinde tanımlanmaktadır. Bu manada benlikle ÅŸahsiyet aynılaÅŸmaktadır. Ä°ÅŸte bu olumlu anlamıyla benlik, daha ziyade kitap satırlarında kalırken, ‘enaniyet’ anlamı da sudurlarda yer etmiÅŸtir. Olumlu olan ıstılah anlamını kullanmamızda elbette sakınca olamaz.

Şu halde, her insanın bir kişiliği vardır. Kişilik, insanın gerçek kimliğidir. Kişiliğimiz bizi başkalarından ayırır. İnsanın ırkı, vatanı, gelir düzeyi, sosyal çevresi, kabile ya da kavmi, ideolojik yapısı ve cinsiyetinden ziyade, oluşumunda bu faktörlerin kesin belirleyici olduğu kişiliği önemlidir.

 

‘Åžahsiyet sahibi’ olmak diyerek devam edelim, bir mahsuru yoksa… Müslüman ÅŸahsiyeti (benliÄŸi) dediÄŸimizde ne anlamalıyız? Bu anlamda ÅŸahsiyetlilik neleri canlandırmalı zihnimizde?

Dikkat edilirse, insanoÄŸlunun dünyaya henüz gözlerini açmış evresine, yani bebeklik dönemine ÅŸahıs ve ÅŸahsiyet denmez. Çocukluk dönemi de böyledir. ‘KiÅŸi’ ile, rüştüne ermiÅŸ, artık belirli bir ‘varlık’ ortaya koyabilen, kendi ayakları üzerinde duran, müstakil bir ÅŸahsiyeti olan insan kastedilir.

KiÅŸiliÄŸi, bir kimsenin kendisine özgü, manevi ve ruhi özelliklerinin bütünü olarak tanımlamıştık. Ä°ÅŸte bu, ÅŸahsiyettir. ‘Åžahsiyet sahibi olmak’la kastedilen, kiÅŸilik sahibi olmaktır. Åžahsiyet sahibi, artık bebeklikten çıkmış, çocukluk çağını geçmiÅŸ, insan olma sürecinde en önemli aÅŸamaları aÅŸmış, artık kendi ayakları üzerinde durabilen, kendisini ‘ben’ diye ifade edebilen ve ‘ben’ dediÄŸinde, içini kendine özgü niteliklerle dolduran, kendini savunabilen, hayata dair bakışı olan, iddialara ve tezlere sahip bir insan varlığı demektir.

Şahsiyet sahibi olmak (şahsiyet kesb etmek) bir süreçtir. Bu süreç belki de ana rahminden başlamaktadır. Doğumdan itibaren çocuğun ailesi, akraba çevresi, mahallesi, şehir ve ülkesi, ilk altı yaş eğitimi, ilk okulu, ailenin gelir düzeyi, kültür seviyesi ve dini durumu, ilk arkadaşları v.d. şahsiyetin oluşumunda en belli başlı unsurlardır.

Kur’an’ın, “Ä°nsanın üzerinden, henüz kendisinin anılan bir ÅŸey olmadığı uzun bir süre geçmedi mi?” (76/Ä°nsan, 1) hatırlatması, bu sürece dair bir telmih içermektedir. Ä°nsanın “anılmaya deÄŸer bir ÅŸey olması”nı, ÅŸahsiyet kesb etmesi olarak okuyabiliriz.

Yine Kur’an terminolojisinden istimdad edecek olursak, rüşd kelimesi bize ışık tutacak cinstendir. Kitabımız, evlilik çağına gelmiÅŸ yetim gençlerle ilgili, “eÄŸer onların rüşde erdiklerine kani olursanız” (4/Nisa, 6) derken, kiÅŸiliklerinin yerine oturup oturmadığına dikkat etmemizi istemektedir. Risalet, elçilere rüşd çağından önce verilmemiÅŸtir. Mesela bu anlamda Ä°brahim (a.s) zikredilir; “Ä°brahim’e rüşdünü verdik” (21/Enbiya, 51) buyrulur. Bu demektir ki Ä°brahim (a.s)’a bu görev, elçilik görevini üstlenebilecek bir kiÅŸiliÄŸin oluÅŸumundan sonra tevdi edilmiÅŸtir.

Åžahsiyet sahibi olmak, pazarda kendine bir yer edinen esnaf misali, ferdin hayatta kendine yer açması demektir. ‘Åžahıs’, artık kendisini baÅŸkalarından pekâlâ tefrik edebilmekte, hayrı ve ÅŸerri idrak etmekte, kendi kararlarını verebilmekte, evet ve hayır diyebilmekte, beÄŸenileri ve eleÅŸtirileri oluÅŸabilmektedir. Bu oluÅŸum, bebeklik ve çocukluk çaÄŸlarını aşıp, ortalama olarak kırk yaÅŸlarında zirvesine ulaÅŸacaktır. Son Nebî’ye (sav) risaletin kırk yaşında verilmesi böyle bir hakikate istinat etmektedir.

KuÅŸkusuz ‘Müslüman ÅŸahsiyeti’ deyince, durum biraz farklılaÅŸmaktadır. Çünkü artık, kiÅŸilik, Ä°slam gibi, dinlerden bir din deÄŸil, inançlardan bir inanç deÄŸil, yegâne hak din, yegâne hak inanç olanla izdivaç etmektedir. Dolayısıyla bu izdivacın tevlid edeceÄŸi semerenin harika olması beklenir…

Peki, ‘harika’ olmasını umduÄŸumuz bu Müslüman ÅŸahsiyeti nasıl olmalıdır?

Müslüman ÅŸahsiyeti ya da Ä°slamî ÅŸahsiyet deyince bende, öncelikle saÄŸlam bir kiÅŸilik canlanmaktadır. SaÄŸlam bir kiÅŸilikle, çelikten bir iradeyi kastediyorum. Bakın, “önce tevhid akidesi” filan demiyorum, önce çelikten bir irade diyorum. Çünkü kiÅŸinin iradesi çelikten deÄŸil de tenekeden ise, kısa sürede paslanıp çöpe atılacaktır. Atılmadan önce belki bir süre, kedi-köpeÄŸe yal kabı olarak kullanılabilir.

Bugün en fazla özlemini çektiÄŸimiz ÅŸey, böylesine güçlü irade sahibi, davasına kendini adayan, sözü namus bilip, namusuna leke kondurmayan, yerine getiremeyeceÄŸi sözler vermeyen, söz verince de ölümü pahasına yerine getiren, içinden pazarlığı olmayan, her iÅŸini dobra dobra yapan, yalan nedir bilmeyen, kaypaklığı hiç sevmeyen, risk almaktan asla çekinmeyen, Allah’tan baÅŸka hiçbir ÅŸeyden korkmayan; ana-babasını, aÅŸiretini, eÅŸini, çocuklarını, ticaretini, pahalı meskenlerini, binek aracını v.d. ilah edinmeyen, kasıntısız, kibirden, büyüklenmeden uzak, aşırılıklardan kaçınan, kendi geçimini saÄŸlayan ve saÄŸlığı yerinde olduÄŸu müddetçe hiç kimsenin eline bakmayan, almayı deÄŸil, vermeyi amaç edinen ÅŸahsiyetli mü’min tipidir.

Şimdi, bu çelikten iradenin tespitinden sonra tevhidden söz etmemizin bir anlamı olacaktır.

Müslümanı Müslüman yapan birtakım kabuller ve retler vardır. Müslüman, hayatını bu kabul ve retler üzerine kurmak durumundadır. Müslüman ÅŸahsiyetin kabul ve retlerini belirleyen tek kriter tevhid akidesidir. ‘Müslüman’ teslim olan demektir. Müslüman ÅŸahsiyetin teslimiyeti, kendisini yoktan var eden, ilahı ve rabbi olan Allah’adır. Dolayısıyla, kabulü Allah’ın kabul ettiÄŸi, reddi de, Allah’ın reddettikleridir.

Müslümanın imandan sonra, fiilî hayattaki kabul ve retleri gelecektir. Müslümanın günlük hayatını da, teslim olduÄŸu Allah belirleyecektir. Allah ve Rasulü’nün hüküm verdiÄŸi iÅŸlerde (hayatın tamamı), mü’min erkek ve kadına kendi keyiflerine göre (özgür) tercih hakkı tanınmamıştır. (33/Ahzap, 36).

Bir Müslüman, şayet hayatın bu en değerli kavramının içini dolduramayacaksa, boş yere işgal etmemeli ve kirletmemelidir, onun hakkını verecek izzetli kullar için terk etmelidir orayı.

Kur’an, Rasulullah’ın (sav) mescidde Cuma namazını ikame ettiÄŸi sırada gelen kervan için koÅŸturan, kendisini yalnız bırakan müminleri eleÅŸtirmektedir. Vahiy bugün inseydi, acaba, günün en muteber(!) sendikası, nimetleri en bol partisinin etrafına keçe gibi örülen kimseleri nasıl eleÅŸtirirdi? Ä°deolojik olarak sendika ya da parti karşıtlığından söz etmiyorum; sırf çıkar için parti ve sendika belirleyen kimselerin kiÅŸiliÄŸinden/ÅŸahsiyetinden nasıl emin olacağız diye soruyorum.

Müslüman kişilik, önce sağlam bir karakter, sonra da hazmedilmiş, gerçek bir tevhid akidesiyle ancak oluşur. Tevhid akidesi yüzde sıfır virgül birlik bir defo bile kabul etmezken, karakter sağlamlığı da aynı netliği gerektirir.

 

Şahsiyeti geliştirmek için neler gereklidir? İyi bir benlikte olmazsa olmazlar nelerdir?

Bu sorunuz bana bir gün, çarşıda yürürken rastladığım bir görüntüyü hatırlattı. Çarşının merkezî bir yerinde, yoÄŸun kalabalıklar ortasında, karşımdan iki kiÅŸi geliyordu. Her ikisinin de, görüntüden bir ‘medrese’ye mensup oldukları anlamı kolayca çıkıyordu. Bunlardan biri kırk yaÅŸlarında, sakallı, ÅŸalvarlı ve cübbeli, kafasında sarığı olan, giyimi güzel, uyumlu ve temiz, ona uygun biçimde saç tıraşı olmuÅŸ bir ‘kiÅŸi’ idi. Belli ki, o ‘hoca’ idi. Belki de bir ‘ÅŸeyh’ti. Yanındaki ise, 16-17 yaÅŸlarında gencecik bir delikanlıydı. Fakat genç, bu kadar kalabalığın ortasında, hocasının yanında, elleri önünde baÄŸlı (sanki namaz kılıyormuÅŸ gibi), kafası yerde ve hocasına saygıda en küçük bir kusur bile iÅŸlemeden yürümeye çalışıyordu. Ä°nsanların onları tarassut eden bakışları da genci hiç alakadar etmiyordu. Bir an, bu gencin, hocasının yanında, gelmekte ya da gitmekte oldukları medresede nasıl bir pozisyonda durduÄŸu takımdı zihnime. Bu kalabalık çarşıda herkese mubah olan, elini kolunu sallayarak, normal bir insan gibi, rahat bir ÅŸekilde yürümek, belli ki bu gence haram idi…

BilindiÄŸi üzere, Allah Rasulü, yanına gelen bir adamın heyecandan titremesi üzerine “Rahat ol be adam! Ben kral deÄŸilim, güneÅŸte kurutulmuÅŸ et yiyen bir kadının oÄŸluyum.” (Ä°bni Mace, 29/30, II/1101) diyerek adamı uyarmış ve rahatlatmıştır. Ä°ÅŸte bu, övülesi bir kiÅŸiliktir, tam bir Peygamber kiÅŸiliÄŸidir. Yine zaman zaman bazı bedevîlerin Rasulullah’ın yanına geldiklerinde, diÄŸerlerinden ayırt edemedikleri için, “Hanginiz Muhammed?” diye sordukları rivayet edilir. Bu, Rasulullah’ın, kendi statüsünü kullanarak, insanları ezmek gibi cahiliye kalıntısı bir ahlaka asla tevessül etmediÄŸini gösterir. O, kendisi nasıl kiÅŸilikli ise, müminlerin de öyle kiÅŸilikli olmalarını istemekteydi. Çünkü kiÅŸiliÄŸi geliÅŸmemiÅŸ, davranış bozukluÄŸu gösteren insanlardan ne köy olurdu, ne de kasaba… Evet, Muhammed (sav)’in hiçbir kasıntısı yoktu, insanlara tepeden bakmıyordu, kimseyi küçümsemiyordu, mütekebbir deÄŸildi. Hayatta hiçbir nebiden hiçbir zaman, “sen benim kim olduÄŸumu biliyor musun?!” tarzı efelenmeler görülmemiÅŸ, duyulmamıştır.

Rasulullah (sav) ne kadar, yanındaki insanların kiÅŸilik sahibi olmaları için çabalamışsa, yukarıda örnek verdiÄŸim bazı ‘hoca’lar da -istisnalar tabi ki vardır- o kadar, yanındaki insanların ÅŸahsiyetini katletmek için çabalamaktadırlar.

Küçüklerin büyüklere saygısı ayrı, genç neslin kişiliğini ezme, sünepeleştirme ayrıdır. Sağlam dava adamlarının sağlam kişiliklerden çıkacağını asla unutmamalıyız.

Bilal-i Habeşî’nin, kendisine yapılan iÅŸkencelere raÄŸmen, imanında hiçbir sarsıntı olmamasını, öncelikle onun kiÅŸiliÄŸinde aramalı deÄŸil miyiz?

Peygamber (a.s), büyükle büyük, küçükle küçük olabilmiştir. Çünkü kompleksli bir insan değildi. Kişiliği tam gelişmişti. Kendisi ile barışıktı.

Kasıntılı bir insan, yanındakileri ezerse, kendisinin büyüyeceÄŸini düşünmektedir. Türkiye’de askerlik kurumu bu bakımdan, ibretlik hikâyelerle dolu bir ‘atelye’dir. Bir çavuÅŸ, diyelim ki kendi üstlerinden zorbalık görmüşse, kendisi de aynısını astlarına yapmakta, intikam almayı namus ve ÅŸeref borcu bilmektedir. Böylece, karşıdakini ezme duygusu teselsüle dönüşmektedir.

Bizim geleneksel aile yapımızda da, çocuklardaki kişilik gelişimini köstekleyen pek çok yanlış tutumlar olmuştur.

Åžahsiyeti geliÅŸtirmek için, bebeklikten itibaren insanın kiÅŸilik geliÅŸimi önündeki engelleri gidermek gerekir. ÇocuÄŸun kendine güven duymasını saÄŸlamak ama bunu da, günümüzdeki pek çok yanlış örnek gibi, abartmamak gerekir. Hiçbir çocuÄŸa, “senden adam olmaz” dememek gerekir. Çünkü geleceÄŸi Allah bilir. Bize düşen, çiçeklerimizi sulamak, güneÅŸlendirmek ve parazitlerden korumaktır. Allah’ın yarattığı tertemiz fıtratları, “adam olmazsın!” diyerek köreltmeye hakkımız yoktur. Soru sordurulmayan, sözleri dinlenmeyen, en küçük bir yanlışında “geri zekâlı, aptal” gibi, fıtratı öldüren hakaretlerle azarlanan çocukların kiÅŸilik bozukluklarının failini sormaya gerek var mıdır?

Ä°nsanı Allah fıtrat üzere yaratmıştır. Onu aile ya da toplum kirletmektedir. Bu bakımdan, -‘teselsül’ icabı- çoÄŸunun kiÅŸiliÄŸi zaten sorunlu olan yetiÅŸkinler, yeni nesle gölge etmeseler baÅŸka ihsan istemeyecektir. Marifet iltifata tabidir. Çiçekler sulandıkça ve güneÅŸini aldıkça geliÅŸip güzelleÅŸeceÄŸi gibi, çocuk da, fıtratının ihtiyacı olan sevgi, ÅŸefkat ve saygı ile geliÅŸir, kiÅŸilik kazanır.

Yeri gelmiÅŸken, deÄŸinmeden geçmek istemiyorum. Bizde genelde, küçüklere sevgi, büyüklere saygı revadır. Acaba çocuklardan saygı neden esirgenir? Saygının çocuÄŸun kiÅŸilik geliÅŸimindeki önemini bilmediÄŸimizden olabilir mi?…

 

Özellikle içerisinde yaşadığımız şu tarihî evrede, Müslüman şahsiyeti gölgeleyen, körelten veya yok eden unsurlardan hangilerini ön plana çıkartırsınız?

Türkiye eğitim sistemi, insanların kişilik sahibi olmalarını değil de, sanki bütün genç nesli robotlaştırmak üzere kurgulanmış gibidir. Genç neslin düşünme eylemine her geçen gün daha da yabancılaştığını, birazcık basireti olan herkes fark etmektedir. Ulus devletin belli kalıp değerleri öğrencilere zerk edilmektedir. Basın ve medyanın son derece düzeysiz yayınları bu yabancılaşmayı körüklemektedir.

Öte yandan, Türkiye gibi toplumlarda kiÅŸi egemenliÄŸi çok belirleyicidir. Adı ‘sivil toplum’ olan tarikat, cemaat, vakıf, dernek gibi toplumsal örgütlenmelerde bu egemenlik daha da belirgindir. Ãœstadlar, aÄŸabeyler, ‘şıh’lar burnundan kıl aldırmayan, yarı-tanrı varlıklardır. Şıhlığa karşıt olma iddiasındaki birçok teÅŸkilatta da durum bundan farklı deÄŸildir. Bu yapılarda, insanların kiÅŸiliklerini geliÅŸtirici neredeyse hiçbir etkinlik yoktur. Çünkü liderin/ÅŸeyhin/aÄŸabeyin otoritesinin sarsılmasından korkulur. “AÄŸaç gölgesinde aÄŸaç yetiÅŸmez” vesselam…

Bizim coÄŸrafyada istenen, kulluktur. En iyi kullar, bir penguen edasında -Cengiz Aytmatov’un bozkır treni gibi- dergâha düzenli olarak gelip-giden, aylık bağışını ihmal etmeyen, kimsenin etlisine-sütlüsüne de karışmayan, biteviye başını sallayan üyelerdir. Mevcut ÅŸeyh/üstad/lider takımı da bu usulle ve sürünerek(!) o posta gelip oturabildiÄŸi için, bu lider zümresinin kiÅŸilikli nesiller yetiÅŸtirmeleri oldukça zordur. Tarikat kültüründe rabıta, müridin ÅŸeyhini sürekli hatırında tutması, gözünün önünden ayırmamasıdır. Yani kesintisiz kulluk sistemi. Fakat bilinmelidir ki bu kulluk sistemi, sadece tarikata has deÄŸildir.

DeÄŸil mi ki bir insan, kendisini sadece moloz taşımaya yarayan römork gibi kullandırmamalıdır. Bu, ahsen-i takvîm üzere yaratılmış, kerim kılınmış insanın ÅŸeref ve haysiyetine yakışmaz. Ä°nsanı böyle bir muameleye tabi tutmak, onu yaratan Allah’a da saygısızlıktır. Ä°nsan, takip ettiÄŸi fikrin kör mutaassıbı deÄŸil, anlayıp fıkhedeni, fehmedeni, idrak edeni ve tefekkür edeni olmalıdır. Allah, bunca sürü yaratmışken, bir de ‘insan’ denen bir varlık yaratmışsa, onun sürü olmaktan farklı bir gayesi olsa gerektir.

 

Åžahsiyetin tekâmüle erdirilmesi için üzerinde hassasiyetle durulması icâb eden Ä°slâm’ın prensip ve ÅŸiarları nelerdir?

Allah insanı akıllı bir varlık olarak yaratmıştır. Taakkul ve tefekkür etmesi insanın en başta gelen özelliğidir. Hiç kimse insanın düşünme, akletme, zikretme özelliğinin önüne gerilemez. İnsan beyin yıkama yöntemiyle kullaştırılamaz. İnsanın kulluğu sadece Rabbinedir. İnsan düşünmeli, soru sormalı, sorgulayabilmeli, itiraz edebilmeli, görüş ve öneride bulunabilmelidir.

Kitabımız, kalbi ile akletmeyen, gözü ile hakikati görmeyen, kulağı ile hakikati iÅŸitmeyen kimseleri hayvanlara benzetmekte, ardından da, “hayır ondan da aÅŸağılıktırlar!” buyurmaktadır.

Ä°nsanın en büyük özelliÄŸi, Allah’ın verdiÄŸi akıl nimeti iken, günümüzde aklıyla konuÅŸmak, aklıyla yorumlamak, aklıyla görüş belirtmek ayıplanmaktadır. Kur’an’ı aklı ile tefsir edenler tekfir bile edilmektedir. Bu tekfiri yapanlar bunca karalama ve tezyiflerini akıllarıyla deÄŸil de, acaba hangi organlarıyla yapmaktadırlar?…

Allah insana âfakta ve enfüste ayetlerini göstermek istemektedir. (41/Fussilet, 53). Âfak, kevn dediğimiz âlemdir. Fıtratla âfak arasındaki engelleri temizlemek gerekir. Düşünmekten korkan, düşünmek yerine aşkla bağlanmayı öneren geleneksel bir anlayış mevcut.

 

Peki, bunların yokluğunda ne türden sonuçlara şahid oluruz?

Nifak, fısk, fücur gibi inanç ve davranış sapmaları, aynı zamanda bir kiÅŸilik bozukluÄŸudur. Münafıklar, ÅŸahsiyetsiz insanlardır. Zaten sözcük olarak, tarla faresinin bu delikten girip, ötekinden çıkmasını ifade eder. Münafık, Ä°slam’a bir kapıdan giren, diÄŸerinden çıkan kimsedir. Yani tutulacak dalı yoktur münafıkın. Åžahsiyetli bir insan, dünyanın bütün nimetleri ayakları altına serilse, yine münafık yapılamaz. Münafıklar, hem kendi dostlarını (kâfirleri) idare etmekte, hem de müminleri.

Kur’an’a göre münafıklar “Elbise giydirilmiÅŸ kütükler”den farksızdır. (63/Münafikûn, 4). Ãœstelik konuÅŸmaları etkili, giyim-kuÅŸamları da göz doldurucudur. Fakat iÅŸte mahiyet itibariyle ‘adam’ deÄŸildirler. Münafıklardan iÅŸbirlikçi, hain, gammazcı, oyunbozan olur ama imam/önder, mütefekkir ve âlim olmaz.

Öte yandan kiÅŸilikli olmak, verdiÄŸi sözde durmayı, yeminine sadık kalmayı gerektirir. Kur’an, sözünde durmayan, yeminini kolayca bozan kiÅŸiliksiz insanları, ipliÄŸini büktükten sonra çözen kadın temsili ile anlatır. (16/Nahl, 92).

Birtakım haramların iÅŸlenmesinin de bir tür kiÅŸilik bozukluÄŸu olduÄŸu söylenebilir. Mesela baÅŸkasının namusunda gözü olan insanları buna örnek verebiliriz. UyuÅŸturucu, alkol, kumar düşkünlüğü, falcılık gibi suçlar kiÅŸilik bozukluÄŸu olmasaydı, Rabbimiz bunları ‘ÅŸeytan isi pislik’ olarak adlandırmazdı. Benzer ÅŸekilde, yalan yere çokça yemin eden, hep kusur arayan, laf götürüp getiren, her hayra engel olan, haddi aÅŸan, günaha dadanmış, kaba, hırçın, ahlaksız kimseleri adeta büyüteç altına almakta; lakap takmayı, tecessüsü, zan ile hareket etmeyi kiÅŸilik bozukluÄŸu olarak dikkatlerimize sunmaktadır.

KiÅŸiliÄŸin geliÅŸmemiÅŸliÄŸi, insanın eÅŸya ile iliÅŸkisinde de kendini göstermektedir. Ä°manı -dolayısıyla ÅŸahsiyeti- kemale ermemiÅŸ insanlar, çok malının olmasını, çokça insan gücüne sahip olmayı böbürlenilecek bir ‘deÄŸer’ sanmaktadırlar. Halk muhayyilesinin bu tipler için icad ettiÄŸi ‘sonradan görme’ tabiri, kiÅŸiliksizliÄŸe iÅŸaret eden hikmetli bir sözdür. Arabasıyla, eviyle, elbisesiyle, parasıyla, zinet eÅŸyası, hatta belki de -çok komik olsa da!- gözlüğü ile insanlara hava attığını zanneden bir kiÅŸinin ÅŸahsiyetinin geliÅŸmiÅŸliÄŸinden hangi lügat bahsedebilir?

Yine Kur’an’ın eÅŸsiz güzellikteki temsillerine müracaat edecek olursak, mesela hiçbir ÅŸeye gücü yetmeyen, baÅŸkasının malı olmuÅŸ bir köle ile Allah’ın verdiÄŸi rızıktan insanlara harcayan kiÅŸiyi kıyaslayan temsil ne mübarektir. Hemen peÅŸinden ÅŸu temsil gelir: iki kiÅŸi düşünün; biri, hiçbir ÅŸey beceremeyen bir dilsizdir, efendisinin üstüne yüktür. Efendisi onu nereye gönderse hiçbir hayır getirmemektedir. Öteki ise doÄŸru yolda (dimdik) yürüyebilmekte ve adaleti emretmektedir. Hiç bu kiÅŸiler bir olurlar mı? (16/Nahl, 75-76). Kur’an tabi ki bedensel engelli kimseleri deÄŸil, kinaye yoluyla, hakikat karşısındaki ‘dilsiz’lere gönderme yapmaktadır. Ä°yi insanlar ise, kendilerinden hep hayır sadır olan ve baÅŸkalarına yük olmayanlardır.

Kişiliğin gelişmemişliği işte böyle bir şeydir.

 

Åžahsiyet tekâmülünde, ‘tezkiyyetu’n-nefs’ten bahsedeceÄŸimiz ‘manevi’, ‘mistik’ bir pencere açmalı mıyız? Bu doÄŸrultuda zühd denilen kavram ÅŸahsiyetle bir iliÅŸki biçimi oluÅŸturup tekâmülü saÄŸlar mı?

Åžahsiyet tekâmülünde hiç tartışmasız, nefis tezkiyesi adında bir pencere açmalıyız elbette ama bu pencere mistik olmamalıdır. Mistik kelimesine ‘takıldığımdan’ deÄŸil ama gerçek ÅŸu ki, mistisizm apayrı bir düşünce sistemidir, bir felsefedir. Hatta mistisizm ayrı bir dindir. Onun kendine has terminolojisi vardır. Mistisizm terimleriyle -ki bu baÅŸka düşünceler için de geçerlidir- Ä°slamî hakikatleri anlatamayız. Uçları birbirine denk gelmez çünkü. Ä°slam’ın ÅŸarkısı her saza uymaz…

Nefis tezkiyesi bir Kur’an ıstılahıdır. Allah nefsi tesviye etmiÅŸ (düzenlemiÅŸ)tir. Nefse, insan imtihan edilebilsin diye hem takvayı hem de fücuru ilham etmiÅŸtir. Ä°nsan felaha ermek için nefsini tezkiye etmesi gerekmektedir. Felahın yegâne ÅŸartı budur. (Bu ilke, kurtuluÅŸ için Allah katında tavassuta ihtiyaç olmadığını ortaya koyar). Nefsini örten, yani onu iÅŸletip, parlatmayan, nefsini ÅŸeytanın iÄŸvasına açık halde, ayartmalara maruz bırakan kiÅŸi, felahı kaybetmiÅŸtir.

Son yıllarda ‘Kur’an’a dönüş’ baÅŸlığı altında ciddi çabalar görülmekteyse de, bu çabanın nefis tezkiyesini ihmal etmesi, affedilmez bir hatadır. Herhangi bir diriliÅŸ sancısı, nefis tezkiyesini imandan hemen sonraki gündem maddesi yapmıyorsa, sancı olmaktan çıkıp, ölümcül hastalıklara dönüşmesi mukadderdir.

Bugün Müslümanlar olarak yaşadığımız sorunların başında, nefislerimizdeki, insan bedeninden büyük tortular olduğunu düşünüyorum. Nefislerimiz firavunlaşmaktadır. Firavunlaşan nefislerimize rağmen, Musa edasında konuşmak, kişiliklilik olmasa gerektir.

Nefis tezkiyesi, dünya metaına tamamen sırtımızı dönmek deÄŸildir. Rabbimiz’in, Karun’a dünyadan nasibini unutmamasını tembih etmesi (28/Kasas, 77), bizim için de geçerlidir. Peygamberimiz daha hayattayken, sahabe arasında ruhbanca arayışların(!) baÅŸladığı bilinmektedir. Allah’ın lütfudur ki Rasulullah, bu batıl arayışları tashih etmiÅŸ, kendisinin Ä°slam’ın en ideal yaÅŸam modeli olduÄŸunu hatırlatmıştır. Bu hatırlatma ve Kur’an’ın uyarıları bize kıyamete kadar yetecek öğütlerdir.

Ä°slam ahlakı zühd olarak da adlandırılamaz. Kur’an ve sünnet, mistik izahlara asla ihtiyaç bırakmayacak kadar nefis tezkiyesini öğretmektedir. “Zühd ahlakı Ä°slam’ın neresine aykırıdır?” gibi bir savunma da anlamsızdır. Ä°slam’ın, tüketim ahlakından infaka, yolda yürüme edebinden, savaÅŸ hukukuna, karı-koca iliÅŸkilerinden ana-babaya saygıya, namusdan çevre bilincine kadar, yani A’dan Z’ye her konuda ister nefis tezkiyesi anlamında, ister kiÅŸilik geliÅŸimi veya ahlak anlamında olsun eksik bırakıp da, doldurulmasını mistik zühd anlayışına bıraktığı bir ter alan bile yoktur. Ancak, insanların neden arı-duru, gayet açık ve nezih Ä°slam ahlak umdeleri dururken, zühde, mistik felsefeye baÅŸvurmak gereÄŸi duyduÄŸu, izahı zor bir konudur.

Ä°slam’ın nefis tezkiyesi tamamen itidale, vasatlığa dayanır; her türlü aşırılıktan beridir. Burada bir örnek vermek gerekirse, genç kuÅŸakların ana-babalarına saygıda kusur etmemeleri, yaÅŸlılıklarında onları ‘huzurevi’ adı verilen modern temerküz kamplarına göndermeyip, evlerinde onlara hizmet etmeleri bir evlatlık görevidir. Ana-babayı ihmal etmek, yaÅŸlılar evine terk etmek ne kadar Ä°slam dışı ise, ana-baba sevgi ve saygısını aşırıya götürüp, -tıpkı cihaddan kaçmak için “evlerimiz avrettir” diyenler gibi- müslümanca bir yaÅŸama engel yapmak da o kadar Ä°slam dışıdır. Ana-babaya üf bile dememek gerekir ama ana-baba çocuklarına, Allah’ın rızasına aykırı bir iÅŸ emrederse, o hususta itaat sona ermeli, müşfik bir tavırla, Allah’ın rızası öncelenmelidir.

 

Kimi yapılar zühd-takva ilişkisi üzerinden bir karakter tanımlaması yapıyor. Tevazu sahibi olmayı ve uyumlu olmayı salık veren böylesi bir anlayışın kişiyi taşıyacağı bir şahsiyet alanının imkânından bahsedebilir miyiz? Müslüman şahsiyet kendini uyum üzerinden tanımlayabilir mi?

Uyum dediÄŸimiz ÅŸey eÅŸyanın tabiatına, fıtrata, doÄŸaya, hatta çıtayı daha da yükselterek, Allah’ın rızasına ise, elbette tanımlayabilir diyorum. Bunda bir sorun yoktur.

Ama uyum, körü körüne, kendisini, itaat edilmesi gereken yarı tanrı varlıklar olarak lanse eden beÅŸerî otoritelere, kurulu düzene, sarsılması istenmeyen statükoya ise elbette orada bir ÅŸerikleÅŸtirmenin olduÄŸu açıktır. Ali Åžeriati’nin tespiti ile, bunun adı istihmar (eÅŸekleÅŸtirme)dir.

Rab yerine konulmaktan hoÅŸlanan bazı kimseler, ÅŸahsiyetlerini aşındırdıkları insanların sırtlarına binmekten pek keyif alıyorlar. Ama önemli olan, insanın kendisini, hep sırtına binilen olmaktan korumasıdır. (Bu da bir takvadır). Sırtımıza binilmek istendiÄŸinde, uyum deÄŸil, itiraz olmalıdır. Åžahsiyetli bir kiÅŸi, istismara karşı sesini yükseltmeli, yüksek sesle sormalı/sorgulamalıdır. Ä°bni Teymiyye’nin deyimi ile, ÅŸeytanın evliyasının ipliÄŸini pazara çıkartmalıdır. Aksi halde dilsiz ÅŸeytan olmak kaçınılmazdır.

Tevazu ile sünepelik birbirine karıştırılmamalıdır. Kişiliğimizi erozyona uğratarak mütevazı olamayız. Neden bizim kişiliğimiz, başkalarının izzet-i nefsi için basamak olsun?

Necip Fazıl’ın “Bir ÅŸapka, bir eldiven, bir maymun ve inkılâp” tasviri gibi, takva’ya dair üç-beÅŸ görüntü derleyen kendisini bir takva önderi sanıyor. Hâlbuki takva görüntüde deÄŸil, özdedir. Görüntüyü asla küçümsemiyoruz. Åžu var ki, Rabbimiz ilk insanı yarattığı günden beri, insanın bedenini örten elbiseyi de var etmiÅŸtir. Fakat bizi asıl örtecek olanın takva elbisesi olduÄŸunu da, kıyamete kadar deÄŸiÅŸmeyecek bir yasa olarak vaz etmiÅŸtir. Bu ÅŸuna benzemektedir: Allah rızası için kestiÄŸimiz hayvanlar, cüsseleriyle birer ‘görüntü’dürler ama onların cüsselerinin deÄŸil de, takvamızın Allah’a ulaÅŸacağını yine Rabbimiz bildirmektedir.

Takva, dünyadan el etek çekmek, topluma karışmamak, kadının bulunduğu ortamda erkeğin, erkeğin bulunduğu ortamda kadının zinhar bulunmaması demek değildir. Bilakis, Müslüman şahsiyet hayatın tam da merkezinde yer almak durumundadır. Peygamberlerin sünneti budur. Böyle iken kendimizi haramdan korumak takvadır. Allah meleklerin takvasından değil de, insanın takvasından bahsetmektedir.

Takva, ÅŸahsiyetli bir müminin, Allah’ın haram kıldığı inanış ve davranışlardan, sırf Allah emrettiÄŸi için kaçınması, kendisini korumasıdır. Pazartesi ve PerÅŸembe orucunu hiç aksatmayıp da, daralınca hemen bankaya, faizli krediye koÅŸmak takva bakımından acaba nasıl telif edilebilir? Ya da, beÅŸ vakit namazı camide ‘cemaat’le kılmayı hiç aksatmamakla beraber, mesela çocuklarının giyim-kuÅŸamına ya da evde izlenen TV dizilerine hiç müdahil olmamak takvanın ne yanına düşer?

Kısacası takva kişilikli olmaktır. Davranış bozukluklarından uzak durmaktır. Yapay takva gösterisi değil, bizi günahlardan uzak tutacak salih ameller takvadır.

 

Sekülerliğin, maddeperestliğin ya da bir takım unsurların (mevkiî, meslek, güç, iktidar) Müslüman şahsiyeti şımartan yanı üzerinde dursak biraz?

Aslında biliyor musunuz, hiçbir şey insanı şımartmamaktadır; şımaran, insanın kendisidir. Kimsenin görmediği bir yerde bir miktar para bulabilirsiniz. Bu para sizin kişiliğinizin testidir. Böyle bir durumda parayı mı suçlamamalı, kendi benliğimizi mi?

Bu dünyanın bir imtihan yeri olduğunu unutmamalıyız.

Ä°nsan yaratılıştan mala-mülke, altın ve gümüşe, salma atlara, hayvanlara, ekine meyillidir. Bunda yadırganacak bir durum yoktur. Åžu var ki, insanın, yaratılışındaki bu mal-mülk sevgisini terbiye etmesi, dünyayı tapılası bir ‘deÄŸer’ olarak yüceltmemesi gerekmektedir. Dünya ve içindekiler, biz Âdem’lerin geçici cennetidir; burada bize acıkmak ve susamak yoktur. Yiyip-içeceÄŸiz ama buraya çakılıp kalmayacağız. Ayaklarımız yerde, yüzümüz Allah’a dönük olmalıdır. Nebîlerden, nefsin nasıl ıslah edileceÄŸini öğrenebiliriz. Aksi takdirde modelimiz Karun olur. Dünya malı bizi esir alır. Mal tutkusu bizi aÅŸağıların en aÅŸağısına savurur.

Her dönemde günaha kolayca giden yollar olmuÅŸtur ama bugün günahın yolları daha bir korunaklı (sigortalı)dır. Liberal demokratik kültür, tarihte belki eÅŸine az rastlanır bir biçimde münkeri emretmekte, marufu yasaklamaktadır. Bu, adı konulmamış bir ‘Allah’a karşı savaÅŸ’ halidir.

Hayatı kutsaldan arındırma anlamındaki sekülerlik ya da Din’i hayata müdahil olmaktan tard etme anlamındaki laiklik zaten günaha/münkere yeryüzünde alan açmak, hatta egemen kılmak içindir. Orada günâh iÅŸlemek alabildiÄŸine kolaylaÅŸtırılır. Günahkârlığın (sekülerliÄŸin) evliyası ÅŸeytandır. Cehennemin kapısına kadar, mürtekiplerine bu evliyalığı sürdürecektir.

Ä°ktidar gücü ayartıcıdır. Ayartıcı gücün vitrine çıkarttığı makam-mevki ve lüks araçlar, lüks konutlar, ışıltılı hayatlar sunan yeni yaÅŸam biçimi, kiÅŸiliÄŸi oturmamış bazı insanların başını döndürmektedir. Bu vitrin, yalnızca Ä°mam Ebu Hanife’nin başını döndürememiÅŸti. Ä°steyen, ondan nefsine bir ibret dersi alabilir. Åžahsiyeti zayıf kimseler, ‘iktidarın nimetlerinden’ bir ÅŸeyler tutup da parmaklarını yalamaya baÅŸlayınca, kıblesini deÄŸiÅŸtiriyor. “Daha düne kadar ben de sizin gibi sıradan bir insandım” nazarıyla baktığı önceki çevresini artık küçümseyecektir.

Oysa paranın ve siyasetin gücü Allah’ın gücü yanında bir hiçtir. Para ve iktidar gücüne kapılmak, sele kapılmış çer-çöp gibidir ve bir vakit gelip, bir kıyıya atılmak kaderidir. Bunu da ancak, Allah’ın öğüdüne kulak verenler, yani kiÅŸilikli insanlar anlayabilirler. Karun’un mülkü yerin dibine batırılınca, “Allah’ın lütfu olmasaydı biz de yerin dibine geçirilmiÅŸ olacaktık” diye ders çıkartanlar (28/Kasas, 82) herhalde böyle bir zümre oluyordu.

 

Böyle bir kavram var mı bilmiyorum ama ‘siyasal benlik’ diye bir kavram, terkîb üzerinde düşünelim. Müslümanı, bir üst baÅŸlıkta Müslüman toplumları tehdid eden, ‘siyasal benlik’i zaafiyete uÄŸratan unsurlar nelerdir diye sorsak?

Siyaset, toplumu yönetme iÅŸidir. Ä°slamî siyaset, toplumu Ä°slam ahkâmı ve Ä°slam ahlakı ile yönetmektir. Yani bu anlamıyla siyaset, Peygamber’in bıraktığı mindere oturmaktır. Müslümanların emîri, Peygamber’in iÅŸini, kaldığı yerden devam ettiren ÅŸahıstır.

Ä°lk dört halife döneminde, hele de Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer’in emirliÄŸinde bu ÅŸuuru tam olarak görüyoruz. O müminlerin siyasete bakışlarında bir arıza bulamıyoruz. Seçildikleri gün, rakipleri arasından büyük bir savaÅŸla galip çıkmış, bu iÅŸi, beceri ve yetenekleriyle zorla çekip almış gibi alâyiÅŸ yapmıyorlar. Tarihte eÅŸine ender rastlanır bir tevazu içinde, yönetecekleri cemaatin karşısına çıkıp, “sizin en layığınız olmadığım halde bu iÅŸi bana tevdi ettiniz” mealinde sözlerle iÅŸe baÅŸlıyorlar. Ä°nsanlara hâkim deÄŸil, hâdim olmaya çabalıyorlar. “Yanlış yaparsam/saparsam ne yaparsınız?” diye soruyorlar ve “seni kılıçlarımızla düzeltiriz” cevabını alıyorlar; bu cevap üzerine de Allah’a hamd ediyorlar. EÄŸer bu mü’minler melik-i adûd olsalardı, bir sürü/kul olarak gördükleri halkı kâh havuçla, kâh sopayla ıslah etmesini onlar da iyi bilirlerdi…

Ne zaman ki siyaset, Müslüman toplumunda çıkarın, hırsın, iktidar nimetini hortumlamanın kapısı olarak görüldü, bu İslamî kişilik de bitti.

Bugün tabi sizin tabirinizle, ‘siyasal benlik’ anlamında baÅŸka sıkıntılar bulunmaktadır. Ä°slam’ın hayata müdahil olmaktan tard edildiÄŸi vasatlarda, gerek bu haliyle orada sözde müslümanca siyaset yapmak, gerekse, o vasatı MüslümanlaÅŸtırma gayesiyle(!) siyaset yapmak iddiası da, ÅŸahsiyetlerde ciddi sorunlar peyda etmektedir.

MüslümanlaÅŸmamış Mekke’yi bir Müslüman olarak ve müslümanca yönetme hedefini ne Allah’ın, Elçisi’ne emretmiÅŸ, ne de Elçi’nin böyle bir giriÅŸiminin olmamışlığı üzerinde iyi düşünülmelidir.

 

Siyasal olanın Müslüman şahsiyet vurgusu ya da dindar nesil söylemi şahsiyet oluşturmada etkili olur mu sizce? Böyle bir söylem biçimi İslami hareketleri nasıl etkiliyor sizce?

Bugün bir İslamî hareketten söz edilebilir mi, tam emin değilim. Ama elbette İslamî uyanış/diriliş çabası var. Müslümanca gayretler var. Sadece Allah rızasını esas alan bütün sahih İslamî çabalara da hürmet etmek gerekir.

Ben kendi adıma, “devlet dinden elini çekmelidir”, “devlet dindar nesiller yetiÅŸtiremez” gibi söyleme katılmıyorum. Ancak, dinden ve dindar nesil yetiÅŸtirmekten elini-eteÄŸini çekmesi gerekenin, laik-demokratik yönetimler olduÄŸu söylenirse, ona tamamen katılırım.

Referansı Din (Ä°slam) olmayan ve bırakınız referansı olmayı, Din’i hayattan kovan bir siyasal sistemin, ‘müslüman ÅŸahsiyet’, ‘dindar nesil’ ilgisi olamaz.

‘Dindar nesil’ deyince hemen akla Ä°mam-Hatip okulları gelmektedir. Bu okulların dışı, müzmin kemalistleri, içi de bizi yakıyor. Hayatında hiç camiye girmemiÅŸ kimselerin Ä°mam-Hatip okullarından endiÅŸeye kapılmaları anlaşılır bir duygudur. (Onlar zaten her gürültüyü kendi aleyhlerine sanırlar). Cami ile cemaatle arası bu kadar bozuk olmayan ama akîde olarak türdeÅŸ olanlar ise, bırakın endiÅŸeye kapılmayı, bizzat kendi elleriyle geçmiÅŸte Ä°HL’leri açmışlardır. Çünkü bu okulların misyonunu onlar daha iyi müdriktirler.

Ä°mam-Hatip okullarında, bir gencin kiÅŸiliÄŸini oluÅŸturmada, ÅŸahsiyet kazandırmada en baÅŸta gelen düşünme, soru sorma, sorgulama, mukayese etme, kendi kültürünü elekten geçirebilme gibi entelektüel gayretlerden, öğrenciler itina ile uzak tutulmaktadırlar. Düşünen, tartışan, soran ve sorgulayan gençlere ne gibi yaftalar yapıştırıldığını, orayı bilenler çok iyi bilirler. Bu okullarda, ‘ehli sünnet’ etiketi altında, ehli sünnetin meÅŸhur âlimleriyle de ilgisi olmayan, hele de Kur’an’la ve sünnetle hiç ilgisi olmayan köhnemiÅŸ bir zihniyet empoze edilmektedir. Bu da kiÅŸilik geliÅŸimi deÄŸil, kiÅŸilik hastalıkları, davranış bozuklukları üretmektedir.

‘Dindar nesil’ söylemi, iktidar partilerinin arka bahçesi anlamına geldiÄŸi sürece, sadece tebaa yetiÅŸtirilecektir. Dini hayattan ayıran bir siyasal sistem, ancak kendi dokusuna uygun nesiller yetiÅŸtirir ve o da, Cahit ZarifoÄŸlu’nun ‘Katıraslan’ı türünde bir ucube olur.

İslam bilinmeden ve nefislerimize yerleştirilmeden, sadece Osmanlıyı yeniden diriltme ufku ile dindar nesil yetiştirilemez. Dindar nesilleri gerçek İslam ümmeti yetiştirecektir.

 

Åžahsiyet, genelde ahlak kavramına içkin tanımlanır. Åžahsiyet ön plana çıkarken dikkat edilmesi gereken tek husus ahlâk mıdır sizce? Ä°slam’ın diÄŸer hangi kavramları ÅŸahsiyet oluÅŸumunu etkiler? Bu baÄŸlamda Åžahsiyet-ahlâk iliÅŸkisini biraz açar mısınız?

Ä°slam söz konusu olduÄŸunda, ahlakla akideyi, imanla ameli birbirinden ayıramayız. Ahlak, bir temele, saÄŸlam bir satıh üzerine oturmak zorundadır. Ä°slam ahlakının sathı, tevhid akidesidir. Tek başına ahlak, tanımsızdır ve ÅŸahsiyet oluÅŸturmada yetersizdir. Tevhid akidesi bedenin iskeleti ise, ahlak da damarlarda dolaÅŸan kan gibidir. Ä°slamî kiÅŸiliÄŸin inÅŸası için, Ä°slam’ın hemen bütün kavramları sürece dâhil edilmelidir. Herhangi bir kavram ve deÄŸerimiz dışta bırakılırsa, GDO misali, hasta benlikler yetiÅŸecektir.

Siz bu soruyu sorunca hemen aklıma secde kavramı geldi. Secde ve rükû, ÅŸahsiyetimizin temel taÅŸlarıdır. Çünkü secde ve rükû ile başımız, sadece bizi yaratan Allah’ın önünde eÄŸilmekte, baÅŸka hiç kimsenin ve hiçbir ‘deÄŸer’in önünde eÄŸilmeyecek biçimde formatlanmaktadır. Allah’ın önünde eÄŸilen baÅŸ, baÅŸka baÅŸlarda, önünde eÄŸilmeye deÄŸer ne bulabilir ki?

Öte yandan, Allah’tan baÅŸka ilah olmadığı kabulümüz ve bunu kamuya deklare etmemiz (kelime-i ÅŸehadet) de, kiÅŸiliÄŸimizi oluÅŸturan en temel taÅŸtır. Çünkü sadece Allah’ı ilah (ve Rab) kabul ettiÄŸimiz takdirde, yukarıda sözünü ettiÄŸimiz ÅŸekilde dünyevi deÄŸerlere baÄŸlanmamız asla mümkün olmayacaktır. Hani Kitap diyor ya, kendi aralarında çekiÅŸmeli olan birçok ortaÄŸa ait köle ile bir tek KiÅŸi’ye baÄŸlı köle aynı mıdır? (39/Zümer, 29). Ä°lkinin daima huzursuz olacağını herkes anlar.

Ä°nsanın topraktan yaratılmasına Kur’an neden durmadan dikkat çeker acaba? Bazen de onun, bir damla sudan yaratılmışlığına deÄŸinir. Neden? Çünkü insana, sakın ola böbürlenme demektedir. Yürüyüşünde mütevazı olmasını istemektedir. Çünkü daÄŸlar insandan daha büyük, yeryüzü de ondan daha saÄŸlamdır. Kısacası, insanın haddini bilmesi gerekmektedir. Ä°ÅŸte bu, kiÅŸilik inÅŸasıdır. Topraktan/çamurdan yaratıldığını hiç aklından çıkartmayan insan, küçük daÄŸları ben yarattım havasında olamaz.

Din, nerede bir muhtaç varsa, onu malımıza ortak etmektedir. Bu ortaklığın adına da tezkiye (zekât) demektedir. Malına fakirlerin ortak olduÄŸunu bilen bir mü’min herhalde müstekbirleÅŸemez, tefahur ve tekasür peÅŸinde olamaz.

Son olarak ÅŸunu hatırlatmak istiyorum: Kitabımız Kur’an, cezai müeyyidelerle zapturapt alınan deÄŸil de, iman, amel ve ahlakla inÅŸa edilen bir Ä°slam toplumundan bahsetmektedir. Demek ki kiÅŸiliÄŸimizi Allah’a endeksli bir sevgi, saygı, nezaket, kanaatkârlık, tevazu, diÄŸerkâmlık ve hüsnü niyet gibi erdemler olgunlaÅŸtıracaktır.

Akıbet muttakilerindir.

Henüz yorum yapılmamış.

* İşaretli tüm alanları doldurunuz.