Kültür Sanat
Okkalı sorulara okkalı cevaplar
Kimi zaman öyle sorulara maruz kalır ki, ağırlığı altından kalkamaz insan. O ağır sorular, aslında nice sırlara gebedir. Cevap anahtarı soruyu açtığı an, dökülüverir sırlar ortaya.
Kimi zaman öyle sorulara maruz kalır ki, ağırlığı altından kalkamaz insan. O ağır sorular, aslında nice sırlara gebedir. Cevap anahtarı soruyu açtığı an, dökülüverir sırlar ortaya. Bir yol uzar cevabın ardından. O yol, Hayy’dan gelir de Hu’ya doÄŸru gider soluksuz...
Maalesef, adına modern dünya denilen şu zaman diliminde bizler, ne okkalı sorulara maruz kalıyoruz ne de öylesi soruları aklımızda taşıyoruz. Artık, parmaklarımızın ucunda tüm sorular. Bir internet bağlantısı kadar uzak tüm sorularımızın cevapları.
Bir sorunun aklımıza gelmesiyle cevabını bulması arasındaki zaman, internet hızımızla doÄŸru orantılı. Hazreti Google’mız var çünkü bizim. Bundan okkalı sorulara da teÅŸneyiz, okkalı cevaplara da...
Bu yazımızı da Hazreti İnternetin bizlere sağladığı imkan doğrultusunda, vaktiyle sorulmuş okkalı sorulara verilen okkalı cevaplar üzere oluşturduk. İlk okkalı soru ve cevabı bizlere Ömer Tuğrul İnançer aktarıyor. ( https://www.youtube.com/watch?v=zSMReMpxLbk )
Sultan 2. Mahmud’un sohbet meclisindeki suali
“Sultan 2. Mahmud bütün devrimciliÄŸine raÄŸmen Müslüman bir adamdır. Dini hassasiyeti ve ilmi olan biridir. Mehtarhane’yi yok etmesine raÄŸmen, iyi bir bestekardır. Musiki alanında ciddi bir eÄŸitim almıştır. Asabi bir adamdır. AÄŸzı biraz bozuktur çünkü 16 yaşında çok sevdiÄŸi 3. Sultan Selim’i, malum hâdise sırasında görüyor. ‘Hünkarın sakalı bu kadar uzun deÄŸildi.’ diyor. Çünkü yanağına gelmiÅŸ kılıç, sakallı olarak yanak düşmüş, sakalı aÅŸağılara kadar görünüyor. O yarayı görünce yemin etmiÅŸ. ‘Ben bunun intikamını almadan ölmem.’ diye. Ä°ÅŸte Yeniçeri Ocağı’nı topa tutmasının sebeplerinden biri de budur. Neyse bu baÅŸka mevzu...
Ä°ÅŸte bu Sultan Mahmud bir gün bir sohbette Keçecizâde Ä°zzet Molla’ya sormuÅŸ. ‘Cenab-ı Allah, ol emrini (kün) vermeden evvel, ahâdiyyet âleminde ne ile meÅŸguldü?’ Ä°zzet Molla soruyu duyunca duraksamış. O an huzurda Kahyazâde Arif Bey de var. Bakın, Allah Kur’an’ı Kerim’de buyuruyor ki; ‘Bilmediklerinizi zikir ehline sorunuz.’ Dikkat ediniz ‘zikir ehli’. Bunu ‘namaz ehline’, ‘Kur’an ehline’ diye tercüme eden cahiller var. Ne münasebet. Kur’an-ı Kerim’de zikir hakkında pek çok ayet var. Kur’an okuyun demek mi onlar? Mesela ‘Yâ eyyuhâllezîne âmenûzkurûllâhe zikran kesîrâ’ âyeti ‘çok Kur’an okuyun’ demek mi? Yoksa Allah’ı çok anın/zikredin demek mi? Ya da ‘Feżkurûnî eżkurkum veÅŸkurû lî velâ tekfurûn.’ âyeti ‘benim kitabımı okuyun ben de sizi okuyayım' mı demek? ‘Uzkurû’ kelimesi, zikretmektir. Dolayısıyla, ‘Ve mâ erselnâ kableke illâ ricâlen nûhî ileyhim fes’elû ehlez zikri in kuntum lâ ta’lemûn (ta’lemûne).’ âyetindeki ‘ehlez zikri’, zikir ehlidir. Bu zikir de tarikat ayinlerinde yapılan ayinle sınırlı deÄŸildir. DerviÅŸliÄŸin olmazsa olmazlarından olan günlük derslerin yapılmasıyla sınırlı deÄŸildir. Ama zikir ehlidir. Ä°ÅŸte Kahyazâde Arif Bey malumTarik-i NakÅŸibendiyye’de bir derviÅŸtir. Sultan 2. Mahmud’un bu sualine Kahyazâde Arif Bey cevap vermiÅŸ, Ä°zzet Molla deÄŸil. ‘Allah-u Zülcelâl, kün emrini vermeden önce var-ı Muhammedi ile meÅŸguldü’ demiÅŸ.
Çünkü var olan ÅŸey sadece maddede deÄŸil, düşüncede olan ÅŸeyde vardır. Allah’ın Murad-ı Ä°lahisi’nde Muhammed Mustafa (s.a.v) vardı. Kahyazâde Arif Efendi önemli bir Nakşî derviÅŸidir ve malum 3. Selim devri ulemasından meÅŸhur Pala Bıyık Mehmet Efendi’nin talebesidir. Pala Bıyık Mehmet Efendi de “Kurretül aynı habibi kibriyasın ya Hüseyin / Nuru çaÅŸmi ÅŸahı nazarı mürtezasın ya Hüseyin”i yazan zâttır. O vakit bütün âlimler sakallı olduÄŸu hâlde Yavuz Sultan Selim Han gibi sakalsız ve pala bıyıklıdır. Kahyazade Arif bey iÅŸte Pala Bıyıklı Mehmet Efendi’nin talebelerinden, ilmi ondan almış, tasavvufu NakÅŸibendiyye’den.
Ä°ÅŸte, Sultan 2. Mahmud’un, ‘Cenab-ı Allah, ol emrini (kün) vermeden evvel, ahâdiyyet âleminde ne ile meÅŸguldü?’ sualine Kahyazâde Arif Bey, ‘Allah-u Zülcelâl, kün emrini vermeden önce var-ı Muhammedi ile meÅŸguldü’ cevabını vermiÅŸtir.”
Pala Bıyık Mehmet Efendi Hazretleri’ne talebelerinin suali
Bir diÄŸer okkalı soru, Pala Bıyık Mehmet Efendi’nin talebelerinden geliyor. Soruyu ve cevabıÖmer TuÄŸrul Ä°nançer ile BuluÅŸma Noktası programının 5. bölümünden öğreniyoruz. (https://www.youtube.com/watch?v=MFCk-Do4u24) [ 32.24 dakika ile 34.20 dakika arası ]
“Pala Bıyık Mehmet Efendi Hazretleri’nin talebeleri, Mehmet Efendi Hazretleri’ne çıkmaz soru sormaya pek meraklılar. Ramazan ayında bir ikindi vakti sonrası Pala Bıyık Mehmet Efendi’nin talebeleri gelmiÅŸler. ‘Hocam size birÅŸey soracağız.’ ‘Olmaz. Ä°ftardan sonra sorun.’ diyerek göndermeye çalışmış Mehmet Efendi. Ama haytalar dururlar mı, ‘Yok hocam olmaz, ÅŸimdi aramızda münakaÅŸa ediyoz. Åžimdi soralım hocam. Ne olur falan filan... Naz yapmışlar.’ ‘Ulen’, demiÅŸ Mehmet Efendi, sorun bakalım. SormuÅŸlar: ‘Hocam, Allah-u Zülcelâl, ol emrini nereye verdi. Bir ÅŸey varsa zaten vardır. Bir ÅŸey olmasına gerek yok. Hiçbir ÅŸey yoksa, yok’a emir verilmez. Allah-u Zülcelâl neye ‘kün’ dedi?’ Mehmet Efendi şöyle bir bakmış. ‘Ä°ftardan sonra gelin.’ demiÅŸ. Tabi keratalar baÅŸlamışlar tebessüm etmeye. ‘Eee iÅŸte hocam sorduk ÅŸimdi söyleyin falan...’ DurmuÅŸ Mehmet Efendi bir iki dakika... Cevap yok, gelmiyor. Sonra şöyle bir doÄŸrulmuÅŸ: ‘Allah-u Zülcelâl’, demiÅŸ 'Kün emrini zâtından sıfatına vermiÅŸtir.'
Çok ciddi bir cevaptır bu. Allah-u Zülcelâl, ‘kün’ emrini zâtından sıfatına vermiÅŸtir. Bu ‘kün’ emriyle yaratılan her ÅŸey sidret-ül müntehanın içerisindedir.”
PatriÄŸin Muzaffer Efendi’ye suali
DiÄŸer okkalı soru ise devrin Fener- Rum Patrik Vekili tarafından, Ä°stanbul’da Balat’ta bir berber dükkanındaMuzaffer Ozak Efendi Hazretleri’ne sorulur. Abide Åžahsiyetler – Muzaffer Ozak Belgeseli’nin henüz başında ( 4.dakikadan 6.dakikaya kadar olan kısımda) anlatılır bu hadise. Soruya gelen cevap, sorudan daha okkalıdır. (https://www.youtube.com/watch?v=j4QA2Ym5OG0 )
Bir gün Muzaffer Efendi Balat’ta bir berber dükkanına gider. Orada devrin Fener- Rum patrik vekili ile tanışıyor. Orada patrik vekili Muzaffer Efendi’ye zor bir sual eder: “Niçin, Hz. Muhammed için Hatemün-Resul denmiyor da Hatemün-Nebiyyîn deniyor?” Muzaffer Efendi âdeti üzere, kalbinin üzerine doÄŸru eÄŸilerek “Ya Rabbi beni mahcup etme.” der ve ÅŸu cevabı verir: “Her Resul aynı zamanda Nebi’dir. Fakat her Nebi, Resul deÄŸildir. Hatemün-Resul dense idi (Resullerin sonuncusu), ondan sonra Nebi gelme ihtimali olurdu. Hatemün-Nebiyyin (Nebilerin sonuncusu) diyerek Cenab-ı Hak, Nebi gelme ihtimalinin dahi olmadığını beyan etmiÅŸtir.” Muzaffer Efendi’nin bu cevabı karşısında patrik çok memnun olur.
Bir baÅŸka güzel hadiseyi de gene Abide Åžahsiyetler – Muzaffer Ozak Belgeseli’nden öğreniyoruz. Belgeselin ‘29.00 – 34.00’ dakikaları arasında anlatılanlar pek mühim. Ä°lk kurnazca sual hristiyan din adamlarından gelir Muzaffer Efendi’ye. Hadise belgeselde şöyle anlatılıyor: “Amerika seyahatinde bir zikir sonrası, din adamlarından biri Muzaffer Efendi’nin yanına gelerek: “Biz size katadrallerimizi, kliselerimizi açtık. Siz de bu katadrallerde zikir yaptınız, namaz kıldınız. Peki biz de Türkiye’ye gelip Sultan Ahmet Camii’nde ayin yapmak istesek, izin verir misiniz?” Efendi Hazretleri bu suale ÅŸu enfes cevabı verir: “Biz sizin kiliselerinizde katadrallerinizde zikir yapabiliriz, namaz kılabiliriz çünkü biz Hz. Ä°sa’yı peygamber kabul ediyoruz. Ä°sa Aleyhisselam, Ä°sa Resulullah diyoruz, Hz. Ä°sa’yı Allah’ın Peygamberi, elçisi kabul ediyoruz. Siz de Muhammed Resulullah diyin, Hz. Muhammed Mustafa’yı peygamber kabul edin, buna iman edin, açalım!”
Hristiyan din adamlarının onlarca sorusundan sonra, soru sorma sırasının kendine gelidÄŸini söyleyen Muzaffer Efendi, Hristiyan din adamlarına basit bir sual eder lakin sorduÄŸu basit sualine kendisi öyle okkalı bir cevap verir ki hem hristiyan din adamları hem de tüm izleyenler mest olur: “Haç çıkarmanın (istavrozun) anlamı nedir?” diye sorar Muzaffer Efendi. Kardinaller ve rahipler de ezberlerindeki klasik cevabı verirler. Muzaffer Efendi bunun yanlış olduÄŸunu belirtip, istavrozun asıl anlamının ne olduÄŸunu, Süleymaniye Kütüphanesi’nde okuduÄŸu bir eserden aktarır: “Hz. Meryem, Hz. Ä°sa’ya hamile kaldığında, Allah-u Zel’Celâl, Hz. Meryem’e, ‘söze oruç et. Çünkü sen ne söylersen, onlar sana inanmayacaklar. Bir ÅŸey anlatmak istediÄŸin vakit, illa söyleyeceksen de iÅŸaret ederek söyle, iÅŸaret ederek iste, aÄŸzından kelam çıkmasın’, diye emir buyurdu. Bunun üzerine söz orucuna niyetlenen Hz. Meryem, bir gün temel ihtiyaçlarını almak üzere pazar yerine gitti ve orada Yahudilerin tasallutuna uÄŸradı. Hz. Meryem, bunun üzerine o vaktin örfünde olan iÅŸaret diliyle; saÄŸ eliyle önce saÄŸ omzunu, sonra sol omzunu, sonra karnını ve en son alnını iÅŸaret etti. Hz. Meryem’in bu eylediÄŸi, o vaktin örfünün iÅŸaret dilinde ÅŸu anlama geliyordu. ‘Sağımdaki ve solumdaki melekler ÅŸahittir ki bu karnımdaki alnımın yazısıdır!”
Muzaffer Efendi, bu hadiseyi kardinallere ve papazlara televizyonda, canlı yayında açıkladığında, orada bulunan kardinal parmağındaki yüzüğü çıkartarak, “Sizin ilminize hayran kaldım, bilmediÄŸim bir ÅŸeyi öğrendim, lütfen bunu, bugünün hatrına kabul edin” diyerek Muzaffer Efendi’ye hediye eder. Bu hadisenin en ilginç yanıysa; Süleymaniye Kütüphanesi’nde o kitabın bulunamaması ve o televizyon programının arÅŸiv kayıtlarına bugün ulaşılamamasıdır.
Metin Erol
Henüz yorum yapılmamış.