Güncel
100 yıl önce 100 yıl sonra...
Geçtiğimiz yüzyılın çözümlenmeyen sorunları, bir türlü selamete kavuşturulamayan iç çatışmalar, bitmek tükenmek bilmeyen ihtilaflar ve kavgalar, 100 yıl sonra Ortadoğu’yu sarsmayı sürdürüyor. Bu, bizi mantıksal olarak şu noktaya götürüyor: Bugün İslâm dünyası makul ve uygulanabilir reçeteler üretemezse, 100 yıl sonra bu bölgede yaşayacak olan insanlar, yine aynı problemlerle boğuşmaya devam edecek. Neleri kaybedeceğimizi, neleri kaybettiğimizi düşünerek tahmin edebilirsiniz.
Majestelerinin hükümeti, Filistin’de Yahudi halkı için milli bir yurt kurulmasını uygun karşılamaktadır ve bu hedefin gerçekleÅŸtirilmesini kolaylaÅŸtırmak için elinden geleni yapacaktır. Filistin’deki mevcut Yahudi olmayan toplumların sivil ve dini haklarına ve baÅŸka ülkelerde yaÅŸayan Yahudilerin sahip oldukları haklara ve siyasi statülerine zarar verecek herhangi bir ÅŸeyin yapılmayacağı açıkça anlaşılmalıdır.”
2 Kasım 1917 günü, Ä°ngiltere DışiÅŸleri Bakanı Sir Arthur James Balfour tarafından, Siyonist lider Chaim Weizmann’ın yakın dostu Lord Lionel Walter Rotschild’a gönderilen mektubun içeriÄŸi böyleydi. Bu mektup Filistin topraklarında Ä°srail’in kurulmasına zemin hazırlayacak, tarihe de “Balfour Deklarasyonu” olarak geçecekti.
Yeni aktör: ABD
I. Dünya Savaşı yıllarında, OrtadoÄŸu topraklarının yeniden dizayn edilmesi için Ä°ngiltere’nin attığı diplomatik adımlar bununla sınırlı deÄŸildi şüphesiz. Londra, aynı anda hem Åžerif Hüseyin’le temasa geçerek ona ‘Büyük Arabistan Krallığı’ vaadinde bulunuyor, hem Fransa’yla Moskova’da gizlice müzakereler yürüterek Suriye ve Irak topraklarını paylaşıyor, hem de Arabistan topraklarını Abdulaziz bin Abdurrahman Âl-i Suûd’a vermek için nabız yokluyordu.
Böylece, 1920’lerin başında, savaÅŸ bitip de sıra ganimetlerin paylaÅŸtırılmasına geldiÄŸinde, aynı toprakların birden fazla kiÅŸiye ‘satıldığı’, aynı coÄŸrafya üzerinde kesiÅŸim kümelerinin çizildiÄŸi görülüyordu.
Ä°ngiltere’nin bu çeliÅŸkili, ilkesiz ve çok yüzlü siyaseti, OrtadoÄŸu’da hâlen mevcut olan birçok sorunun da kaynağını ve temelini oluÅŸturuyor.
Tarih içinde Ä°ngiltere’nin OrtadoÄŸu’da merdiven altına inmesiyle, ABD, onun yerini aldı. Kaba kuvvetine oldukça güvenen ve züccaciye dükkânındaki sakar bir fil gibi ilerleyen Amerika, Ä°ngiltere’nin 100 yıl önce yaptığı hataları bir bir tekrarlıyor. Dahası, Amerikan devlet aygıtının zihin kodları, OrtadoÄŸu ve Ä°slâm dünyasını her yönüyle kavrayacak derinlikte olmadığı için, önceki hatalardan daha vahim sakatlıklar da vücuda getiriyor.
ABD bugün hem Türkiye’yi memnun edecek sözler söylüyor, hem Arap-Ä°srail dengesini tutturmaya çalışıyor, hem Ä°ran’la gizli-açık bir iliÅŸki yaşıyor, hem de sahadaki etnik, mezhebî ve dini azınlıkları kaşımak için hiçbir fırsatı kaçırmıyor.
Ancak ABD’nin en büyük aÅŸkı, elbette Kürtler. Washington, onlara özel bir ilgisinin olduÄŸunu, gözünün hep o taraflara kaydığını hiç gizlemiyor. Tam 100 yıl önce Ä°ngiltere Araplarla nasıl ve ne düzeyde iliÅŸki kurduysa, ABD de bugün aynısı irtibatı Kürtlerle tesis ediyor. Kürtlerin, bir Åžerif Hüseyin’i dahi var bu hengâmede: PYD lideri Salih Müslim.
OrtadoÄŸu’daki, özellikle de Suriye topraklarındaki hareketlenmeye baktığımızda, bir Kürt devletinin kurulması için ciddi hazırlık yapıldığını söylememiz mümkün. Amerikan dış politikası, bu noktada öyle ilkesiz ve istikametsiz bir seyir izliyor ki, Kürtlerin, Arapların 100 yıl önce elde ettiÄŸi ÅŸeylerin yarısına bile ulaÅŸabilecekleri şüpheli. Ama özellikle Rojava’da hâkim grupların muhalefete yaptıklarına bakılırsa, Baas Partisi türü yapılanmaların Kürtlerin tepesine çökmek için pusuda bekledikleriyse gün gibi âşikâr.
Dönüm noktaları
OrtadoÄŸu’nun geçtiÄŸimiz yüzyılında dört ana dönemden ve kırılmadan söz edilebilir. Bunlar, coÄŸrafyanın ÅŸekillendiÄŸi, kaderinin yönünü bulmaya baÅŸladığı, etkileri günümüze kadar devam eden kırılmalardır.
Bunlardan birincisi Osmanlı Ä°mparatorluÄŸu’nun dağılma süreciyle Ä°srail’in resmen kuruluÅŸu arasındaki zamandır. Kabaca 1915-1948 olarak tarihlendirebileceÄŸimiz bu süreçte, Osmanlı’nın hükmettiÄŸi alanlardan çekilmesiyle, bildiÄŸimiz Arap ulus devletleri kurulmuÅŸ, OrtadoÄŸu’nun ÅŸimdiki siyasal haritası ÅŸekillenmeye baÅŸlamıştır.
1948-1970 arasındaki dönem, Arap ülkeleri arasındaki çekiÅŸmelerin belirgin ve keskin hale geldiÄŸi, Ä°srail’in bölgeye giderek daha fazla yerleÅŸmesinin bu çekiÅŸmeleri körüklediÄŸi bir çatışmalar silsilesi dönemidir. Arap dünyası, bu süreçte birlik olup ‘ortak düşman’a karşı birlikte hareket etmeye çalışsa da, her giriÅŸim ülkelerin kendi menfaatlerini öncelemesi nedeniyle hezimetle sonuçlanmıştır.
Üçüncü dönem 1970-2001 arasıdır. Mısır, Ä°srail’i resmen tanıyarak, Filistin sorunu baÄŸlamında caydırıcı güç olmaktan çıkmış, Kral Faysal’ın öldürülmesiyle (1975) petrol zengini Arap ülkeleri ellerindeki zenginliÄŸi uluslararası iliÅŸkilerde Ä°slâm dünyası lehine bir silah olarak kullanma seçeneÄŸini tümüyle rafa kaldırmıştır. Bu dönem ayrıca, ABD’nin bütün kaba kuvvetiyle OrtadoÄŸu’ya ve özellikle de Körfez’e yerleÅŸmesi bakımından da önemlidir. Ä°ngiltere, artık ABD’nin terkisinde yer alan, perde arkasına çekilen bir güçtür. Ama bölgeye dikkatle bakan gözler, ABD’nin gücünün geçici olduÄŸunu, Körfez’de esas ‘oyun kurucu’ gücün Ä°ngiltere olduÄŸunu hemen görecektir.
Bu dönem ayrıca, OrtadoÄŸu’da ‘ÅŸiddet yanlısı’ hareketlerin ortaya çıktığı ve siyaset kurumunun çözmekte aciz kaldığı problemleri çözmeye talip olduÄŸu bir dönemdir. Ä°ran Ä°slâm Devrimi, Kâbe Baskını ve Sovyetler BirliÄŸi’nin Afganistan’ı iÅŸgali gibi üç kritik geliÅŸmeye sahne olan 1979 yılından itibaren, 11 Eylül saldırılarına kadar geçen sürede, silahlı hareketler coÄŸrafyadaki ezilmiÅŸ ve hakkını bulamamış kitlelerin umudu haline gelmiÅŸtir.
Döngü tamamlanırken...
100 yıllık tarihsel döngünün tamamlandığı günümüzde, OrtadoÄŸu yeni bir sarsıntılar silsilesine daha tanıklık ediyor. Suriye ve Irak, tıpkı 100 yıl önceki gibi problem yumağı durumunda; bunların yarattığı türbülans haline, geçtiÄŸimiz yüzyılın başında henüz ortaya çıkmamış olan bir problem de eklendi üstelik: Ä°srail’in Filistin’i iÅŸgali ve bunun travmaları.
Suriye’nin bugün üçe bölünmeye çalışıldığı, uluslararası aktörler tarafından artık saklanmayan bir siyasi hedef. Bu, Fransa’nın 1920’den itibaren manda yönetimi sırasında fiilen uyguladığı idari haritanın bir benzeri sadece. Irak da benzer ÅŸekilde bir bölünmeye doÄŸru gidiyor. Libya’yı da bölünme kaderinin beklediÄŸini söyleyebiliriz, çünkü orada da geçtiÄŸimiz yüzyılda acemice dikilen yara çoktan patlamaya baÅŸladı.
100 yıl önce Osmanlı Ä°mparatorluÄŸu’ndan geriye kalan topraklarda ÅŸahit olunan parçalanma durumu, ÅŸimdi bir kez daha görülüyor. Büyük toprak parçalarının masa başında kesip biçilmesiyle Irak ve Ãœrdün’ün suni olarak yaratılması gibi, coÄŸrafyada mevcut bölünme üzerinden bir bölünme süreci daha baÅŸlıyor.
Bu ise, prtatike Ortadoğu ve İslâm dünyasının daha da güçsüzleşmesi, ihtilafların artması, benlik yarışlarının kanlı kavgalara dönüşmesi ve nihayet coğrafyanın açgözlü yabancılar tarafından bir kez daha yağmalanması anlamına geliyor.
Ä°slâm dünyasının, 100 yıl önceki sürtüşmeleri aynen ve hatta fazlasıyla yaÅŸaması sadece ‘tarihin cilvesi’yle izah edilemez. Problemlerin açıklaması, tek başına “düşmanın çok güçlü oluÅŸu” da deÄŸildir.
Tarihin cilvesi mi?
Geçtiğimiz yüzyılın çözümlenmeyen sorunları, halının altına süpürülen çekimeler, bir türlü selamete kavuşturulamayan iç çatışmalar, bitmek tükenmek bilmeyen ihtilaflar ve kavgalar, 100 yıl sonra coğrafyayı yine sarsmayı sürdürüyor. Bu, bizi mantıksal olarak şu noktaya götürüyor: Bugün İslâm dünyası makul ve uygulanabilir reçeteler üretemezse, 100 yıl sonra bu bölgede yaşayacak olan insanlar, yine aynı problemlerle boğuşmaya devam edecek. Neleri kaybedeceğimizi, neleri kaybettiğimizi düşünerek tahmin edebilirsiniz.
Peki çözüm ne? Ya da en azından zihinsel bazda, nerden başlanabilir?
Öncelikle ÅŸunun anlaşılması gerekiyor: Sadece geçmiÅŸteki parlak zaferlere öykünerek ya da komplo teorileriyle zihin bulandırarak varılabilecek bir hedef yok. CoÄŸrafyada yaÅŸanan her olayı ya da olaÄŸanüstü geliÅŸmeyi ‘dış mihraklar’a baÄŸlamak bir zihin konforu ve keyfi sunabilir, ama bu izah tarzı özeleÅŸtiri ve ibret alma mekanizmasını tamamen devre dışı bıraktığı için gayet zararlı.
Bir de, ‘dış mihraklar’ gerekçesine sığınmak, yabancıların gücünün fazlasıyla abartılmasını, olmayan ÅŸeylerin varmış gibi gösterilmesini, bunun karşılığında da bu coÄŸrafyanın insanlarının basit birer kukla ve beyinsiz piyonlar gibi görülmesini de beraberinde getiriyor. Bunu gerçekten hak etmiyoruz.
Bireyler olarak tarihi ve coğrafyayı derinlemesine okumaktan; toplumlar ve devletler olarak da hamasetten uzak şekilde bölgenin gerçeklerine odaklanıp makul çözümler peşinde koşmaktan başka çare görünmüyor.
Boş heyecanların bilgisizlikle atbaşı gittiği, bölgeyle ilgili temennilerin gerçeğin ta kendisi zannedildiği bir düşünce düzleminde, problemleri anlamak ve kavramak bile mümkün olmayacak. Problemlerin, anlaşılmadan çözümlenemeyeceği de malum.
Taha Kılınç - Gazeteci / Yazar
Henüz yorum yapılmamış.