Sosyal Medya

'PKK hak, özgürlük değil statü peşinde'

İnsan hakları savunucusu Yılmaz Ensaroğlu'na göre, PKK açısından Kürt sorunu hak ve özgürlük sorunu olmaktan çıktı, egemenlik ve statü sorununa dönüştü. Sürecin kaderini Suriye'deki gelişmeler belirleyecek.



Âkil insanlar heyetinde yer almış, Ä°nsan Hakları Kurulu üyeliÄŸi yapmış ve BaÅŸbakan Ahmet DavutoÄŸlu’nun Kürt sorunu konusundaki danışmanlığını üstlenmesi beklenen Yılmaz EnsaroÄŸlu’na göre, Suriye’deki geliÅŸmeler nedeniyle Kürt sorunu dönüşüm geçirdi. Özellikle PKK açısından bir hak ve özgürlük sorunu olma vasfı geriye düştü; egemenlik ve statü sorunu olma vasfı öne çıktı.

Kürt siyasetçilerin dile getirdiÄŸi “biz barış yapılabilecek son kuÅŸağız,” söylemine genel olarak katıldığını söyleyen EnsaroÄŸlu’na yine de bu söylem “bizimle yaptınız yaptınız; bizden sonrakilerle asla ve kat’a yapamazsınız” ÅŸeklinde anlaşılmamalı.

“Kimsenin kendisini ötekileÅŸtirilmiÅŸ, dışlanmış hissetmemesini saÄŸlamak, hükümetin temel yükümlülüğü” diyen EnsaroÄŸlu, Ä°slami camianın Kürt sorununda “Müslümanca düşünmek ve yaklaÅŸmak yerine, devlet gibi ya da resmi politikalar doÄŸrultusunda bakma yanlışına” düşebildiÄŸini de söyledi; Çünkü onlar da bir çok kesim gibi, devlet tarafından pompalanan korkuların etkisinde kalabiliyor. Hükümet karşıtı çevreler ve özel olarak sol da kimi konularda sınıfta kalıyor.

Kürtçe konuÅŸurken ‘karmaşık duygular içine girdiÄŸini’ anlatan EnsaroÄŸlu’nun sorularımıza verdiÄŸi yazılı yanıtlar şöyle;

Yaşı 20”lerde olanlara artık insan hakları duyarlılığı ve farkındalığı eÄŸitimle veriliyor. Neredeyse insan hakları kavramının içine doÄŸuyorlar. Ama sizin o yaÅŸlarınızda bambaÅŸka bir politik ve sosyal ortam vardı. Ä°nsan hakları konusundaki farkındalık, kendi kendine olmuyordu. Siz bir farkındalık geliÅŸtirip bunu da MAZLUMDER bünyesinde mücadeleye taşıdınız. Nasıl geliÅŸti sizin farkındalığınız, spesifik bir olay, bir an var mı?

Teknik anlamda modern insan hakları kavramıyla yakın ve detaylı tanışmam MAZLUMDER sürecinde oldu ancak zulümle, haksızlıkla çok eskiden beri, hem de yakından tanışıyorduk. Özellikle 12 Eylül sürecinde, hem doÄŸrudan ağır zulümlere maruz kaldım hem de çok daha ağır zulümlere, iÅŸkencelere tanıklık ettim. Öte yandan, Müslümansınız ve zulme rıza göstermenin zulüm olduÄŸuna inanıyorsunuz; mazluma kimliÄŸinin, dininin sorulmayacağını, sorulamayacağını biliyorsunuz ve yanı başınızda yüzlerce insana sizin yaÅŸadıklarınızdan çok daha ağır iÅŸkenceler yapılıyor ve siz kalben buÄŸz etmekten, nefret etmekten, kızmaktan baÅŸka hiçbir ÅŸey yapamıyorsunuz. O insanların çoÄŸu çeÅŸitli sol örgütlerden, bir kısmı da MHP ve Ãœlkü Ocakları ana davasından yargılanıyordu. Bu zulümlere ÅŸahitlikten baÅŸka bir ÅŸey yapamamak insanı derin travmalara sürüklüyor ve içinizdeki öfke birike birike bir büyük farkındalığa dönüşüveriyor. ÖrneÄŸin, devletin bir yandan toplumu nasıl polarize ettiÄŸini ama buna karşılık iÅŸkencede, baskıda ayrım gözetmediÄŸini, sırayla herkesi nasıl “dövdüğünü”, bizzat yaÅŸayarak öğreniyorsunuz. Özetle, kiÅŸisel deneyimim açısından insan haklarından yana 12 Eylül süreci en büyük faktör oldu; MAZLUMDER de ciddi bir okul iÅŸlevi gördü, diyebilirim.

Siz dindar, muhafazakâr bir insansınız. Bu temeliniz, size insan haklarına yaklaşımda ne katıyor ve ne götürüyor? Mesela bazen, bazı kesimlere daha az duyarlı kaldığınızı hissettiniz mi?

Muhafazakâr deÄŸil de, kendi halinde dindar bir Müslüman diyelim isterseniz. Din ve dindarlık, insan haklarına yaklaşımda bir temel oluÅŸturabilir ama muhafazakârlığın böyle bir katkısı olabilir mi, emin deÄŸilim. KuÅŸkusuz benim insan hakları anlayışımda, insan haklarını savunurken son derece önemsediÄŸim ahlaki tutarlılık sahibi olma, çifte standarda düşmeme, zalimin de mazlumun da kimliÄŸine bakmama, insan haklarını doÄŸuracağı sonuçlardan bağımsız olarak kategorik biçimde savunma ve her daim hakikatin ÅŸahitliÄŸini yapma gibi ilkeler, tamamen ve öncelikli olarak Ä°slam’dan öğrendiÄŸim prensipler. Dahası, bu ilkeler benim için baÄŸlayıcı ilkeler. Bunlara uymak, bir lütuf deÄŸil; bir yükümlülük, bir zorunluluk... Ne kiÅŸisel hayatımda, ne de içinde bulunduÄŸum örgütlü insan hakları mücadelesinde, bazı kesimlere daha az duyarlılık gösterdiÄŸimi düşünüyorum. Çünkü, az önce de söylediÄŸim gibi, bazı kesimlere yönelik zulümlere duyarsız kalmak, her ÅŸeyden önce baÄŸlayıcı olduÄŸuna yürekten inandığım bu temel ilkelere aykırı. Ancak bu her kesime yönelik her ihlale anında yetiÅŸebildiÄŸimiz anlamına gelmiyor elbette. Aynı ÅŸekilde, bu söylediklerim, Ä°slami kesimin, tüm ihlallere aynı duyarlılığı sergilediÄŸi ÅŸeklinde de anlaşılmamalı.

Bir söyleÅŸinizde “Ä°slami kesimin tutumunu dinlerinden çok baskın siyasal kültür belirliyor” demiÅŸtiniz. Sizce bu kesim hala o noktada mı?

Bu tespiti, genel bir tutum olmaktan çok, özellikle Kürt sorunu gibi bazı sorunlar karşısında sergilenen bir zaaf olarak yapmıştım. Dünyadaki pek çok zulme, daha serinkanlı ve Ä°slami ilkelerden hareketle bir yaklaşım geliÅŸtirmeye çalışan Ä°slami camianın büyük bir bölümü, eskiden beri, sıra Kürt sorununa geldiÄŸinde, Müslümanca düşünmek ve yaklaÅŸmak yerine, devlet gibi ya da resmi politikalar doÄŸrultusunda bakma yanlışına düşebiliyor. DiÄŸer bir deyimle, toplumun neredeyse tamamı gibi, onlar da devlet tarafından pompalanan korkuların etkisinden kurtulamıyorlar. ÖrneÄŸin, Ä°slami öğretide insan haklarının kaynağı, doÄŸrudan Allah’tır; O’nun insan olarak yaratmış ve her insanı, sadece Müslümanları deÄŸil, “halife” olarak yeryüzüne göndermiÅŸ olmasıdır. Bu halifelik görevini yerine getirebilmesi için de insanı birtakım bilgilerle, hak ve yükümlülüklerle donatmıştır. Öte yandan, Kur’an, bizim dillerimizin, renklerimizin farklılığını Allah’ın ayetlerinden kabul eder. Tüm bunların ışığında ÅŸunu söyleyebiliriz: Ä°nsan haklarını çiÄŸnemek, yok saymak; Allah’ın kevnî ayetlerinden birini inkâra, yok etmeye tevessül etmek suçtur, günahtır. Ama Türkiye’de Ä°slami camianın bu konuda yeterli duyarlılığı sergilemediÄŸini de görüyoruz. Son on yıllarda en çok öne çıkan Kürt hareketi olarak PKK’ın ideolojik kimliÄŸi, Ä°slam’a dair yaklaşımları bunda bir faktör ise de, devletçe pompalanan bölünme ve son vatanı da kaybetme korkusu çok daha etkili bir faktör olarak bu mesafeli duruÅŸa yol açıyor diye düşünüyorum.

BaÅŸka kesimlerle bir araya gelme konusunda epey deneyimlisiniz. Solcu cenah, ya da hükümet karşıtı cenah ile diyalogunuzda size “Öfff” dedirten ne var ve bunu nasıl aşıyorsunuz?

Öncelikle ÅŸunu belirteyim: Her siyasi-ideolojik kesim içinde, her koÅŸulda adaletten ayrılmamaya, ilkesel tutumunu sürdürmeye çalışan kiÅŸiler var ancak sayıları maalesef çok az... Maalesef siyasetin gücü ve cazibesi, her zaman ahlaki ilkelerin önüne geçiyor ve insanlar adalet üzere olmakta, kalmakta zorlanıyorlar. Bunun doÄŸal sonucu olarak da, kendilerini hükümete yakın hissedenler, takım tutar gibi hükümetin her politikasını savunmaya, karşıt olanlar da her yaptığına itiraz etmeye baÅŸlıyorlar. Oysa her hükümetin destek olunması gereken doÄŸruları olduÄŸu gibi, karşı çıkılması gereken yanlışları da olabilir. Bu tür tutum alışları açıkçası yadırgamıyorum ama belli insanları da bu hale düşmüş görünce üzülmeden edemiyorsunuz. Onlar adına üzülüyorsunuz. Bu tür “sapma”ları, ısrarla adalet üzere kalarak ve dün birlikte savunduÄŸunuz ilkeleri hatırlatarak aÅŸmaya çalışmak dışında ya da iÅŸi biraz zamana bırakmak, o konudaki gündemin sıcaklığını biraz kaybetmesini beklemek dışında yapabileceÄŸiniz fazla bir ÅŸey de yok maalesef.

Bu kesimlerde en takdir ettiğiniz özellik ne?

Hükümet karşıtı veya yandaşı olsun fark etmez; hiç bir kesim homojen değil. Her kesimde takdir edilecek tutumlar, yaklaşımlar görebileceğiniz gibi, sizi derinden hayal kırıklığına uğratacak tavırlarla da karşılaşabilirsiniz. O yüzden, bir kesimi genelleme yaparak değerlendirmeyi doğru bulmuyorum. Hükümete yakın çevreler veya İslami kesim nasıl bazı sorunlar karşısında tökezliyorsa, hükümet karşıtı çevreler ve özel olarak sol da kimi konularda sınıfta kalıyor maalesef. Neyse ki, her durumda, ilkesel tutumunu sürdüren, tutarlı davranan kişiler, her kesimden çıkıyor.

Toplumsal kutuplaşma, en ağır sosyal sorunlarımızdan biri. Bu meselenin oluşmasında hükümete düşen sorumluluk nedir sizce? Aşılması için hükümete düşen görevler neler?

Toplumsal kutuplaşma, bilinçli biçimde izlenen devlet politikalarının bir sonucu, hatta bir politika... Cumhuriyet, başından itibaren, paradoksal biçimde birbirine zıt üç politikayı bugüne kadar uyguladı ve maalesef başarılı da oldu. Bu politikaları şu şekilde özetlemek mümkün: Bir yandan, imparatorluk bakiyesi çok dilli, çok dinli, çok kavimli yapıdan homojen bir ulus yaratma hedefine ulaşabilmek için, üst kimlik olarak belirlediği Türklük dışında kalan unsurları inkâr, asimilasyon, tehcir ve iskân politikalarıyla Türkleştirmeye çalıştı ama aynı zamanda bunların her birinin zihninde diğerlerini ötekileştirerek birbirlerine adeta düşman hale de getirdi. Böylece, farklı grupların bir araya gelerek devlete karşı bir tehdit oluşturmasını önledi. Üçüncü politika ise şuydu: Homojen bir ulus potasında eritmeye çalıştığı ve birbirlerine karşı ötekileştirdiği tüm farklı grupları, iç-dış düşman tehdidiyle korkutarak, dolayısıyla toplumu bir korku toplumuna dönüştürerek, güvenlik gerekçesiyle ya da kaygısıyla devletin etrafında kenetlenmesini sağlamaya çalıştı. Ve itiraf edelim ki, bunda son derece başarılı olduğu da ortada. Bugün hâlâ, hiçbir kesim kendisi dışındakiler hakkında hayırhah düşüncelere sahip değil veya özgürlüğü sadece kendisi için istiyorsa, bu, devletin bu politikada ne kadar başarılı olduğunu gösteriyor. Bu kutuplaşmanın bir toplumsal parçalanmaya, ayrışmaya dönüşmesini önlemek, farklılıkların kendisini koruyarak ve geliştirerek barış içinde bir arada yaşamasını sağlamak, öncelikle ülkeyi yönetenlerin, yani hükümetin görevi ve sorumluluğu. Bunun için de, ülkeyi yönetenlerin öncelikle her kesime eşit uzaklıkta durması; herkesi, her kesimi kucaklaması, herkesin hükümeti olduğunu hissettirmesi, her kesimin hak ve özgürlüklerini güvence altına alması gerekir. Bunun da temel şartı kimseye ayrımcılık yapmaması, ayrıcalık tanımaması; özetle adaletten sapmamasıdır. Adaletin yanı sıra, çoğulcu-demokratik kültürü güçlendirerek, farklı kesimlerin birbirlerine saygı göstermesini sağlamak bir başka önemli yükümlülük olarak zikredilebilir. Özetle, kimsenin kendisini ötekileştirilmiş, dışlanmış hissetmemesini sağlamak, hükümetin temel yükümlülüğü...

Kürtçe konuşurken ne hissediyorsunuz?

Bu soruya cevap vermem çok zor. Kürtçenin yaygın konuşulduğu bir yerde hiç ikamet etmedim. O yüzden çok mecbur kalmadıkça Kürtçe konuşmuyorum; çünkü konuşamıyorum. Kürtçe konuşurken, karmakarışık duygular içerisine giriyorum; belki biraz utanç, biraz öfke... Memur olan Adliye Başkatibi ve Kürtçe bilen babamın, çalıştığı kuruma gelen ve Türkçe bilmeyen kadınlarla konuşmak yerine, onlardan gidip kendilerine bir tercüman bulup gelmelerini istemesinin nedenini yıllarca anlayamamış; ancak çok uzun yıllar sonra, Kürtçe konuşmanın yasak olduğunu, o gelen kadınlarla kendisinin doğrudan konuşması halinde işinden kovulma tehdidi altında olduğunu öğrenmiştim. Üstelik tüm bunlar, adalet dağıtmakla görevli bir kurumda olmuştu. Daha çocukluk çağındaki bu gözlemlerin verdiği bir problemi aşabildiğimizi söyleyemem. Örneğin, bugün bile herkesin yanında Kürtçe konuşmakta zorlanıyorsunuz; çünkü sadece bunun bile kimi suçlamalarla karşılaşmanıza yeteceğini biliyorsunuz. Yani toplum hâlâ, insanların kendi anadillerinde konuşmasını tam kabullenebilmiş değil.

Dünyadaki başka çatışma örneklerini de iyi biliyorsunuz. Bazılarını yerinde inceleme şansınız da oldu, bildiğim kadarıyla. Tabii hepsinin, kendine özgü çözümleri ve içerikleri var. Ama bunların aşılması için, olmazsa olmazlar neler? Mesela izleme komitesi ya da benzeri bir yapı şart mı?

Sadece bu soru ayrı bir söyleÅŸiyi hak ediyor. Ancak bu sohbetimiz çerçevesinde bir ÅŸeyler söylemek gerekirse, ÅŸunları ifade edebilirim: Sizin de belirttiÄŸiniz gibi, her çatışmanın kendine özgü nitelikleri vardır, bu anlamda her çatışma biriciktir, özgündür. Hiçbir çatışmanın çözümünde kullanılmış ve baÅŸarılı sonuçlar vermiÅŸ yöntem ve mekanizmaları, araçları bir baÅŸka çatışmaya aynen uygulayamazsınız, uygulamayı baÅŸarsanız bile aynı sonuçları alamazsınız. Kaldı ki, ‘ÅŸu çatışmada ÅŸu yol-yöntem izlendi ve ÅŸu sonuç alındı’ deme ÅŸansımız da yok; çünkü her çatışmada pek çok yöntem, araç ve mekanizmanın iç içe kullanıldığını, her çatışmanın kendine özgü iç ve dış dinamiklere sahip olduÄŸunu görüyoruz ve bunlardan hangisinin alınan sonuçta ne kadar etkili olduÄŸunu ölçme imkânına sahip deÄŸiliz. Daha doÄŸrusu, alınan sonuçlar, denenen tüm yöntemlerin, kullanılan tüm araç ve mekanizmaların ortak sonucudur. Tüm bunlarla birlikte, ÅŸunu da belirtelim: Tüm çatışmalarda, belirli bir aÅŸamadan sonra, taraflar birlikte bir “Üçüncü Taraf” oluÅŸturma ihtiyacı duymuÅŸlardır. Bu, bazen bir ülke olmuÅŸ, bazen birkaç ülkenin katılımıyla oluÅŸturulan bir ortak heyet olmuÅŸ ama genellikle dışarıdan, güçlü aktörler devreye sokulmuÅŸ. Bazen de, özellikle daha lokal çatışmalarda, kendi aralarında, üçüncü taraf rolü oynayabilecek kiÅŸi ve kurumlar sürece dahil edilmiÅŸler. Bunu hemen her çatışmada görmeniz mümkün. Çünkü belli aÅŸamalardan sonra, ana aktörler/taraflar bazı rolleri oynamak istemezler veya oynayamazlar; bazı iÅŸlerin tarafların dışındaki birileri tarafından yapılması gerekir. Üçüncü Taraflar, genellikle gözlem ve tanıklık, bazen arabuluculuk, bazen dolaylı görüşmelere aracılık veya ‘alternatif kanal’ rolleri oynarlar. Ama çoÄŸunlukla temel varlık nedenleri, taraflar üzerinde baskı kurmak, tarafların verdikleri sözleri yerine getirip getirmediÄŸine tanıklık etmektir; gerektiÄŸinde bunu kamuoyu ile paylaÅŸmaktır. Tarafların baÅŸta verdikleri bu görev ve yetki, süreç içinde taraflar üzerinde bir baskı ve denetim mekanizması oluÅŸturur. DediÄŸim gibi, tüm çatışmalarda farklı yöntemler, araç ve mekanizmalar devreye sokulmuÅŸ ama vazgeçilmez olanları, galiba bu üçüncü taraf, izleme heyeti vb. mekanizmalar...

Kürt siyasetçiler sık sık bir ÅŸeyi tekrarlar, “biz barış yapılabilecek son kuÅŸağız”. Katılır mısınız bu görüşe? Neden?

Genel olarak katıldığımı söyleyebilirim ancak bu ifade “bizimle yaptınız yaptınız; bizden sonrakilerle asla ve kat’a yapamazsınız” ÅŸeklinde anlaşılmamalı. Åžu andaki muhataplar, aktörler, savaşın kırsalda, daÄŸlarda sürdüğü ancak boÅŸaltılan ve yakılan köylerle küçük yerleÅŸim merkezlerine de sıçradığı 90’lı yıllarda, çoÄŸunlukla ÅŸehirlerde yaÅŸayan gençlerdi. Zorla göç ettirilen insanlar ve gelen cenazeler ve bu gibi vesilelerle savaşın ateÅŸiyle muhatap oluyorlardı. Bunun yanı sıra, OHAL uygulamaları, yasaklar, inkâr ve asimilasyon politikaları ve tabii ki, tanık oldukları, duydukları faili meçhuller, yerinde infazlar onların en büyük travma kaynaklarıydı. Ama daha sonraki kuÅŸaklar, çok küçük yaÅŸlarda her ÅŸeylerini kaybetmiÅŸ; evleri, köyleri, hayvanları, aÄŸaçları gözlerinin önünde yakılmış; anneleri, babaları, aÄŸabeyleri, ablaları gözlerinin önünde alınıp götürülmüş ve bir daha dönmemiÅŸ veya gözlerinin önünde öldürülmüş çocuklar. Her ÅŸeylerini kaybederek il ve ilçelere mecburen gelmiÅŸ ve artık kaybedecek bir ÅŸeyleri olmayan bu çocuklar, doÄŸal olarak daha öfkeliler, daha agresifler, konuÅŸulması ve uzlaşılması daha zor bir psikolojiye sahipler. Ayrıca örgütsel eÄŸitimden de daha fazla geçmiÅŸler. Bu kuÅŸaklara, kendi büyükleri de pek söz geçiremiyorlar; çünkü bu kuÅŸakların zihin dünyasına bambaÅŸka parametreler, paradigmalar hâkim. Hatta bu kuÅŸakların zihindeki Kürt kimliÄŸi bile ciddi bir dönüşüm geçirmiÅŸ durumda.

Dolayısıyla bu nesille barış yapılması imkânsız değilse de, çok daha zor.

Türkiye’deki Kürt sorunu, her zamankinden de çok uluslararası artık. Kimse, sorunun Suriye’deki geliÅŸmelerden bağımsız seyrettiÄŸini söyleyemez. Suriye’de durum netleÅŸmeden Türkiye’deki Kürt sorunu çözülebilir mi?

BaÅŸtan ÅŸunu itiraf edeyim: Dış politika ve uluslararası iliÅŸkiler, iyi izlediÄŸim, bildiÄŸim alanlar deÄŸil. Ama Kürtler de dahil olmak üzere, tüm kamuoyunda, ÅŸu anda çeÅŸitli il ve ilçelerde süren çatışmaların, Türkiye’deki Kürt sorununu çözmekten çok, Suriye için sürdürüldüğü konusunda genel bir konsensüs olduÄŸunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Dolayısıyla Kürt sorunu da ciddi bir dönüşüm geçirdi ve özellikle PKK açısından bir hak ve özgürlük sorunu olma vasfı geriye düştü; bir siyasi sorun, bir egemenlik ve statü sorunu olma vasfı çok daha öne çıktı. Bölgesel dinamikler ışığında ve Suriye’nin son çözüm sürecini nasıl etkilediÄŸi hatta kesintiye uÄŸrattığı da düşünülürse, kalıcı çözüm önemli ölçüde Suriye’deki geliÅŸmelerle ÅŸekillenecek gibi gözüküyor.

Kaynak; Al Jazeera

Henüz yorum yapılmamış.

* İşaretli tüm alanları doldurunuz.