Düşünce Mektebi

Şantaj ve Provokasyon Diplomasisi - Kenan Alpay

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Bahreyn, Suudi Arabistan ve Katar’ı içine alan Körfez seferi, ‘ortak kader’ vurgusunu klişe bir söz olmaktan çıkarıp fiili ve istikrarlı bir stratejik işbirliğine dönüştürmeyi hedefliyor. Seferin ilk durağı Bahreyn’de Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın kritik bir tercih olarak gündeme getirdiği savunma sanayi, askeri işbirliği, ticaret, yatırımlar, sağlık ve bölgesel ortaklıklarla perçinlenmesi çağrısı kuvvetle muhtemeldir ki Suudi Arabistan ve Katar’da da tekrar edilecek. Suriye, Irak, Libya ve Yemen’in maruz kaldığı yıkıcı ve yakıcı musibetler sadece Türkiye ve ziyaret etmekte olduğu Körfez ülkeleri için değil, bütün bir İslam coğrafyası için ciddi ve yakın bir risktir. Peki, İslam coğrafyası bu tehditlere karşı ne söylüyor ve nasıl bir hazırlık yapıyor? Ne söylem düzeyinde ne de eylem alanında kayda değer hemen hiçbir şey görülmüyor. Sadece umursamazlık ve dağınıklık değil daha fazlasıyla basiret ve cesaret yoksunluğu Amerika ve Rusya’nın İslam coğrafyasına ilişkin çirkin planlarını daha bir pervasız kılıyor bu sebeple. İşte ziyaretin ilk adımında verilen beyanatlar bu makûs kaderin ve kronik kederin değiştirilmesi teklifiyle teçhiz edilmiş bir ortaklık ve dayanışma teklifini ihtiva ediyor. Kaza Süsü Verilen Tehditler Körfez ziyaretinin hemen öncesinde Türkiye’nin Amerikan Başkanı seçilmesi hasebiyle Trump’la nasıl bir ilişki geliştireceğine ilişkin ziyaret ve beyanlar önemli bir yer tutuyordu. Eş zamanlı olarak bu ilişkiyi tümden negatife çevirmek üzere Rusya cephesinden sadır olan kimi beyanlar ve nihayet El Bab’da Türkiye’nin askeri varlığına yönelik kaza süsü verilmiş bir saldırı gündemdeydi. Rusya’nın saldırısı her ne kadar koordinat veya koordinasyon alanlarında yaşanan karmaşa izahlarıyla boğuntuya getirilmek istendiyse de amaç herkes için malumdu: “Türkiye’nin Amerika ile bir çözüm üretmesine asla müsaade etmeyiz.” Rusya’nın kaza süsü verilmiş bu saldırısıyla aynı günlerde Lazkiye’deki Hmeymim’de Esed rejimi ile PKK-PYD temsilcilerini bir araya getirip Fırat Kalkanı Harekâtı’nın Azez’in güneyini engellemeye yönelik bir işbirliğine zorlamasını da buraya eklemekte fayda var. Esasen bu saldırının işaret fişeği PKK ve YPG’nin Rusya Federasyonu tarafından terör örgütü olarak görülmediği ve PKK-PYD ile Esed rejimi arasında arabuluculuk yapıldığı yönündeki çıkışlarla verilmişti. Erdoğan’ın Trump ile yaptığı görüşmenin akabinde CIA’nin başına getirilen Mike Pompeo’nun ilk yurtdışı ziyareti için Suriye gündemli olarak Ankara’da bulunduğu gün El Bab’da gerçekleşen ‘ölümlü kaza’ hiç de ‘dost ateşi’ olarak nitelenebilecek türden değildi. Ne var ki, Türkiye’nin hemen hiçbir meşru ve hayati talebinin karşılık görmediği bilakis sabote edildiği Suriye sahasında hareket imkânlarını daraltma hususunda işleyen ittifak bu gibi şantaj ve sabotajların kolay aşılamayacağını gösteriyor. Suriye’de IŞİD’le mücadelede partner seçmek ve ileri atılmak hem kolaylaştırılıyor hem de teşvik ediliyor. Fakat söz konusu olan PKK’yla mücadeleyse blokaj siyaseti uygulanıyor ve diğer taraf tehdidin şartlarını ağırlaştırıyor. Bahreyn’de Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın küresel dönüşüm sürecinin İslam coğrafyası için ateşten bir çembere dönüştüğünü ve ancak kader birliği yaparak harekete geçenlerin refah ve istikrara kavuşabileceği yönündeki vurguları ne kadar karşılık bulacak bilemiyoruz. Vaka şu ki Suriye ve Irak’ta seyirci kalmakta ısrar edenlerin de akıbeti bir süre sonra benzer olacak. Güvenli bölge oluşturulması için El Bab’tan sonra Münbiç ve Rakka’ya yönelik askeri operasyonlarda müttefik arayışını hızlandıran Türkiye her ne kadar Avrupa ve Amerika’ya yönelik eleştirilerini sürdürse de Suudi Arabistan, Katar ve Bahreyn gibi ülkelerin pasifizmini kırıp aktif rol almaya yönelik teşviklerde bulunuyor. Fars Milliyetçiliğinin İşgalci Misyonu Bu teşvikler kapsamında Irak ve Suriye’de İran’ın oynadığı yıkıcı rolün bir sonraki adımda Körfez ülkelerine yönelik olacağını açıkça vurgularken Cumhurbaşkanı Erdoğan işgal ve katliam politikalarını kolaylaştıran ‘yerli ve içeriden’ aktöre de dikkat çekiyor. Bahreyn ve Suudi Arabistan’da İran’a bağlı unsurların yürüttüğü ‘beşinci kol faaliyetleri’nin geldiği aşama gözler önündedir. Son olarak Yemen’de İran ordusuyla birlikte savaş yürüten Husilerin Cidde dâhil pek çok Suudi Arabistan şehrine yönelik tertiplediği füze saldırılarını yoğunlaştırıp ağırlaştırması üzerinde hassasiyetle durmak icap ediyor. Tam da bu bağlamda Cumhurbaşkanı Erdoğan, Irak ve Suriye’nin parçalanması sürecinde kilit rol oynayan Fars milliyetçiliğinin önüne geçmek gerektiğine şöyle dikkat çekiyor: “Bu zulme seyirci kalamayız, kalmayız.” Üstelik bu konuşmanın yapıldığı saatlerde Rusya Dışişleri Bakanı Lavrov “Suriye barış sürecinde İran’ın oynadığı kritik rol”den övgüyle bahsediyordu. Suriye ve Irak için bir barış sürecinden bahsedilecekse IŞİD ve PKK ile mücadele kadar İran hesabına bölgede işgal ve katliam faaliyetleri yürüten Hizbullah, Kudüs Tugayları, Haşdi Şaabi gibi örgütlerin de bu kapsama alınması için daha aktif bir siyaset üstlenmek gerekiyor. Çünkü Suriye ve Irak’ı PKK ve IŞİD’den daha fazlasıyla İran ve müzahir unsurların yıkıma sürüklediği tartışma dışıdır. İran ve müzahir örgütlerinin yol açtığı yıkımın kamuoyunda ciddi bir tartışma konusu olması ancak siyasi ve stratejik düzeyde kapsamlı bir planlamayla mümkün olabilir.