Sosyal Medya

Makale

Vakti gelmedi mi?

Çocukluk... Devr-i sabâvetimin ilk yılları... 1950 civarındaki birkaç yıl. O yıllarda akşam yemeklerinde biz beş kişiydik. Annem, iki ablam, bendeniz ve peder. Yemek sırasında babam mutlaka bir mevzu açar ve o mevzu etrafında ya bir hikâye anlatır, ya bir menkıbe yahud başından geçen bir hatırayı, hadiseyi nakleder.

AkÅŸam yemeklerimizde hem sohbet ederiz hem yemek yeriz. Sonra kendisi kahve içer. O sırada da hadise devam eder. Ve her yemekten biz bir dersle kalkarız. Ancak bu ders; “Bak sana ders anlatıyorum, dikkatli dinle” ÅŸeklinde deÄŸil, hayatın akışı içinde o günkü mevzuya uygun bir hadise. Mesela Ramazan, mesela kandil, mesela bayram veya arefe. Mesela bir yakînimiz hasta olmuÅŸ veya bir baÅŸarı kazanmış, birisi vefat etmiÅŸ gibi günün hadiselerini yahud o gün gazetede okuduÄŸu bir hadiseyi anlatır ve üzerine bir yorum yapar.

Tabiî ÅŸimdi uzaktan baktığımda görüyorum ki yaptığı yorum, o hadiseye dair söylediÄŸi söz, Ä°slam medeniyetinin verdiÄŸi hüküm etrafındaki bir yorummuÅŸ. Direkt olarak dini bilgiyi vermez. Ama size, dînî bilginin, dînî perspektifin bu hayatın belkemiÄŸi olduÄŸunu söyler, yani îmâ eder, anlatır ve yaÅŸar. Böyle bir adam.”

Bu ifadeler Prof. Dr. Sadeddin Ökten'e ait. Hayatımdan Portreler ismiyle neşredilen kitapta merhum Celaleddin Hoca'nın yâd edildiği bölümden küçük bir pasaj. Şöyle devam ediyor:

“Geçenlerde yine söyleÅŸi tarzında bir kitabım neÅŸredildi. Orada “Dini nasıl öğrendiniz?” diye bana sordular. Ben dedim ki “Biz dini yaÅŸayarak öğrendik.” Bize dînî bilgi telkin edilmedi. Çünkü etrafımızdaki bütün insanlarda hayatın akışı dînî esaslar üzerineydi. Çok abartılı da deÄŸildi, çok gevÅŸek de deÄŸildi. Böyle akıyordu hayat; yumuÅŸak, tabiî ve mûnis.”

Bu cümleleri okurken pek müteessir oldum.

Neden o kitaptan bu bölümü paylaşarak yazıya başladığımı ve niçin bu ifadelerden bu kadar müteessir olduğumu merak eden dostlardan, yazının buraya kadar olan kısmını bir kez daha okumalarını rica ederek, merâmımı arz etmeye bir soru ile başlayayım.

Din anlatılabilir bir şey midir?

Bu soruya hem evet hem de hayır cevabını vermek sanırım mümkün. Din 'kâl' ile dile dökmek mânâsına anlatılabilir bir şey değil; 'hâl' ile ifade etmek anlamında ise, evet anlatılabilir bir şeydir.

Bahsettiği hakikatin zarafet, letafet ve nezahetini ahvâlinde tablolaştırabilen kişinin bütün bunları dile dökmesine gerek dahi yokken, hâli kâlini tekzib eden kimselerin de din anlatmasının hiç kimseye hiç bir faydası yok. Hâliyle anlatabilen diliyle ifade etmesin demek değil bu; bilakis hâliyle ifade edemeyen diliyle de din anlatmasın demek!

Din anlatımındaki üslup problemlerimize kafa yorduğumuz kadar, din anlatanların ahvâlindeki tekzib meselesini dert etseydik, dinimiz sözüm ona dindarlar elinden bunca çile çekmezdi belki de.

Anlatanın sözü ile özü arasındaki tutarlılığın ehemmiyetini ifade için bu kadarı kâfi ise bir başka soru ile devam edelim: Din nasıl anlatılmalı?

Dindarımız sırtında bilgiden kovalarla geziyor şimdilerde. Bu kovaların birkaç kitaptan hülasa edilmiş bilgi kırıntılarıyla dolması ile kalın ciltli kitaplardan yılların emeği ile dolması arasında buradan baktığınızda bir fark yok.

Sırtımızda bilgiden kovalar, başından aşağı din boca edeceğimiz kurbanlar arıyoruz, tebliğ yapacağız hevesiyle. Yaşasın yüce dindarlığımız!

Sadeddin Hoca 1950'lerden bahsediyor. Osmanlı'nın en zirvede olduğu zamanlardan değil, yaşanan onca travma ve savrulmanın en zirve hâliyle cemiyete kast ettiği zamanlardan... Böylesi bir dönemde bile dinin kaba ve ruhsuz bir tebliğ hatta telkinden ziyade, ima ile hayatın tabiî seyri içinde mûnis bir üslupla yaşanarak anlatılması gerektiğini bilen kimseler var.

Onlar Osmanlı'nın yetiştirdiği son kuşak...

Yeryüzüne diriltici soluğu üflemek için i'la-yı kelimetullah ve nizâm-ı âlem diyerek kıtalar aşan Osmanlı'dan bahsetmiyorum. Son büyük hükümdarını bin türlü dalavere ile tahtından eden, neyi kaybettiğini, nerede bulacağını ve nasıl kendisi olacağını bilemeyen Osmanlı...

Başkasına ruh üfleyecek keyfiyeti kaybedip, kendisini diriltecek mânâyı aramaya mecali kalmayan o son Osmanlı'nın bile nasıl olup da bu insanları yetiştirebildiğine cevap mı arıyorsunuz? Bir ârifin bir tek cümlesi kâfi gelir:

“Siz abdesti kitaptan öğrendiniz evladım, biz bir büyüğün eline su dökerek!”

Evet onlar büyüklerinden gördükleri üzere yakalarına bir gül takıp girmişler insanların içine. Kıyafete iliştirilivermiş, eğreti, düştü düşecek, soldu solacak bir gül değil bu. Asırlardır orada taşınmakla yakayla bir olmuş bir gül. Görenin gülden bir yaka yahut yakadan bir gül zannedeceği kadar, taşıyanından bir parça olmuş, taşıyanından çok sahibinden haber veren bir gül.

Görenler hayran olmuş. Eğilip koklayan, dokunup ağlayan nasip almış o gülden. Kimi gül bahçesinin yolunu öğrenmiş, kimi çiçekçinin adresini, kimi de bahçıvanın ismini. Ne kulak tırmalayan bir çığırtkanlığa mahal var, ne de sahip olamadığı güzelliği pazarlamanın ucuz tellallığına hâcet!

Biz mi?

BuruÅŸuk ve yırtık kâğıtlara öylesine çizilmiÅŸ eciÅŸ bücüş gül resimlerini elimize almış, çıkmışız meydan yerine. Yakaladığımız adama “gel ve bu gülü kokla” diye sesleniyoruz. Seslenmiyor bağırıyoruz. ÅžaÅŸkınlık içinde bir elimizdeki kâğıt parçalarına bir yüzümüze bakan insanlara, dünyada bir tek bizde olan bu muhteÅŸem gül bahçesine neden iltifat etmiyorlar diye ses tonumuzu her defasında biraz daha yükselterek önce sitem sonra hakaretler ediyoruz.

Görenler ikrah getiriyor. Yüzünü çevirip geçen, yolunu değiştirip kaçan bizim yüzümüzden mahrum kalıyor. Kimi gül bahçesinin varlığından şüpheye düşüyor, kimi çiçekçilerden nefret ediyor, kimi de bahçıvanlara düşman oluyor.

O kâğıt parçalarını yakıp kül eylemeden kalbimizi gül eylemenin imkânsızlığını, Itrî besteli bir salavat eşliğinde idrâk ile kendimize sormanın vakti gelsin artık, gelmeli!

Ey 'kaç kişiye yakamdaki gülü seyrettirebiliyorum'un çetelesini tutan kalbim; 'kaç kişi benim yüzümden gül koklamaz oldu'nun muhasebesini yapmanın vakti gelmedi mi?

Henüz yorum yapılmamış.

* İşaretli tüm alanları doldurunuz.